• If this is your first visit, be sure to check out the FAQ by clicking the link above. You may have to register before you can post: click the register link above to proceed. To start viewing messages, select the forum that you want to visit from the selection below.

Duyuru

Gizle
No announcement yet.

Deyimlerimizin Hikayesi anlamları

Gizle
X
 
  • Filtrele
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Sil
new posts

  • Deyimlerimizin Hikayesi anlamları

    Atı Alan Üsküdar'ı Geçti

    Zamanında Bolu beyine baş kaldıran Köroğlu'nun dillerde yağızmı yağız atı çalınır. Bütün civarı arar tarar yok. Bir kimse birde istanbul'daki pazarları dolaş der. İstanbul'da pazarları dolaşırken atına rastlar.
    Pazar sahibine şu ata bir bineyim hele der. Pazarcıda buyur der .
    Eski sahibinin kokusunu alan ve tanıyan at şahlanıp, dört nala ordan uzaklaşır.Pazarcı peşine düşer fakat Köroğlu bir kayığa binip Üsküdar'ı geçer. Dövünen pazarcıya ihtiyarın biri gelip , "ah evlat! atı alan Üsküdarı geçti. O köroğluydu ,atın gerçek sahibi" der...

    İnsanoğlu Kuş Misali

    Zamanında Üsküdar’da bir “Miskinler Tekkesi” bulunurmuş. Adından da anlaşılacağı üzere buraya yurdun en tembel, en miskin insanları takılırmış. İşte burada iki miskin kendilerine iki sandalye bulup oturuyorlarmış. Gel zaman git zaman havalar gittikçe soğumaya başlamış. Tekkeninde penceresi açık ama kimsenin ayağa kalkıp pencereyi kapatmaya mecali yok.
    Birinci miskin: Yahu havalar iyice soğudu, şu pencereyi kapatmak lazım.
    İkinci miskin: Doğru söylüyorsun mirim, kapatmak lazım.
    Aradan saatler geçer, haftalar geçer, hatta ay geçer, yine aynı diyalog aralarında sürer gider. Sonunda birinci miskin daha fazla dayanamaz bütün gücünü toplayıp karşı pencereye ulaşır, camı kapatır ve hemen oracıktaki bir iskemleye kendini bırakır. Sonra öteki miskin arkadaşına şunları der: “Ya mirim gördün mü, insanoğlu kuş misali. Dün neredeydim, bugün neredeyim” der...

    Gemileri Yakmak

    Gemiyle işgale gittikleri bir yerde ordusu rakibin gücü karşısında korku duymaya başlayınca Sezar askerlerini yüksek bir tepeye çıkartır ve aşağıda kalan bir kaç askere gemileri ateşe vermeleri emrini verir. Geldikleri gemiler gözlerinin ününde çatır çatır yanan ordu şok geçirmiştir. Sezar "Gördüğünüz gibi gemileri yaktık artık dönüş yok ya bu savaşı kazanırsınız ya da hepimiz burada ölürüz" şeklinde bir konuşma yapar. Savaş Sezar'ın ordularının ezici zaferiyle sonuçlanır...

    Hoşafın Yağı Kesildi

    Yeniçeri ocaklarında efrada yemek dağıtılırken mutfak meydancısı elinde tuttuğu üzeri ayet ve dualar yazılı kallavi koca kepçe ile evvela yağlı yemekleri ve pilavı dağıtır, sonra da hoşaflara daldırırmış.

    Hal böyle olunca, sofralara gelen hoşaf bakracının üstünde, bir parmak kalınlığında yağ tabakası yüzermiş. Bu durumu gören Yeniçeri ağalarından akıllı birisi meydancıya emir vererek "Kepçeyi yağlı yemeklere batırmadan evvel temiz iken hoşafları dağıt, sonra yemek tevziatına geç..." demiş.

    Demiş amma, bu sefer sofralara giden hoşaf bakraçlarının üzerinde yağ tabakasını göremeyen Yeniçeriler isyan bayrağını çekmişler:

    - "Hakkımızı yiyorlar, istihkakımızdan çalıyorlar, zira hoşafın yağını bile kestiler, yağlı hoşaf isterük..." diye bağırmışlar.

    Dimyat'a Pirince Giderken Evdeki Bulgurdan Olmak

    Dimyat Mısır'da, Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır'ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye gelirdi.

    Dimyat'a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdenizde Arap Korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar.

    Binbir müşkilat içinde Türkiye'ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul'dan kalkmış, memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak" sözünün aslı buradan kalmıştır.


    Yanlış Hesap, Bağdat'tan Döner

    İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir. Tüccarların siparişleri kumaş, kürk, baharat neyse dağıtılır. Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş.
    Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.
    Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat, Hicaz ve Mısır'a seferine çıkar.
    Tüccarda, "Şimdi bu Mısır'dan 6-7 ayda zor döner. Bende bu parayı işletirim" diye düşünür.
    Kervancı yol uzun, zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler.
    Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdat’a girmek üzereyken, kervanı oğlu ve güvendiği bir kişiye emanet eder,
    -Siz beni Bağdatta bekleyin. der.
    İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar.
    Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurar. İstanbuldaki dostlarında plan için yardım ister.
    Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir. Tüccara ;
    -Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz, derler.

    Çantaları açıp tüccara gösterirler.Çantaların için inci.altın,pırlanta envayi çeşit müccevher.
    -Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun.bize bir dua okutur,belki bir hayrat yaptırırsın.derler.
    Bunları duyan tüccar sevinçten uçar.Kadınları hürmet ,ziyafet.
    Bu sırada kervancı içeri girer. Bunu gören tüccar, daha kervancı lafa başlamadan;
    -Yahu hoşgeldin. Bizim hesapta bir yanlışlık olmuş. Paralarını ayırdım. Çocuklarada tenbihledim, eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin. Ben kul hakkı yemem kardeşim, der.
    Parayı hemen verir. Bu sırada kadınlar,
    –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan
    çıkarlar.
    Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancıının peşinden koşup ,
    -Hani sen mısıra gidecektin .yaktın beni! diye bağırır.
    Atına binen kervancı,
    -Yanlış hesap adamı Bağdat'tan dödürür, der ve yoluna gider.

    Halep Oradaysa Arşın Burada

    Vaktiyle adamın biri kısa bir müddet halep'te kalmış. Yurduna dönünce de yerli yersiz konuşmaya, "Ben Halep'te şöyle yaptım, böyle yaptın" gibi atıp tutmaya başlamış. öyle ki övünmelerinden halka gına gelmiş.

    Günlerden birinde köy odasında oturulurken söz cirit oyunundan, uzun atlamadan açılmış. Bizim övünme meraklısı dayanamayıp söze girmiş: "Ben Halep'te iken 15 arşın atladım." Sabrı tükenenlerden biri itiraz etmiş:
    - Yapma be iki gözüm, 15 arşın atlamak kim, sen kim?
    - Canım ne var 15 arşında, atladım işte!
    O sırada aralarında bulunan marangoz, malzemeleri arasındaki arşını çıkarıp ortaya koymuş:
    - Halep oradaysa arşın burada! Haydi, atla da görelim.
    O günden sonra palavracı her nerede bir kuru sıkı atsa, halk kendisine "Arşın burada!" demeye başlamış ve bu söz bir deyim olarak yaygınlaşmış.

    Bugün dahi, geçmişte yaptığı bir şey ile övünen veya yapmadığını yapmış gibi söyleyen insanlara, halihazır şartlar altında da aynı başarıyı göstermesi arzusunu izhar( anlamları açığa çıkarma, toplayır biriktirme) için söylenir.


    Yaş Tahtaya Basmak

    Eski devirlerde de ahşap evlerin ve konakların umumi temizliği yapılırken, tahtalar arap sabunu ile ovulurmuş. Böyle anlarda ıslak tahtalar çok kaygan olup, üzerinde ayağı kayıp düşenler çok olurmuş.
    Sultan Hamit devrinde bir Gürcü Hasan Fehmi Paşa varmış. Hukuk akademisinde, Dünya Hukuku dersi okuturmuş. daha sonraları Selanik Sofya'da valilik de yapmıştı. Bir gün konağında temizlik yapılıyormuş.
    Tahta merdivenlerden inerken, ıslak basamaklarda ayağı kayan Paşa, düşmüş. Birkaç gün topallayarak gzmiş. Hukuk talebeleri birbirleriyle fısıldaşarak:
    - Bizim hoca, yaş tahtaya basmış, diye bu olayı alaya almışlar.
    Bu deyim, aldatılmak, kandırılmak manasında kullanılır.

  • #2

    Çıkar ağzındaki baklayı

    “Zamanında çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Sonunda kendine yakıştırılan küfürbazlık ününe dayanamaz duruma gelmiş. Soluğu bir bilgenin yanında almış, ondan akıl danışmış.

    ‘Her kızdığım konu karşısında küfretmek huyumdan kurtulmak istiyorum’ demiş. Adamın içtenliğini görünce bilge ona yardımcı olmaya karar vermiş. Bakkaldan bir avuç bakla tanesi getirtmiş ve bunları ‘küfürbazlık’tan kurtulmak isteyen adamın avucunun içine koydu.

    ‘Şimdi bu bakla tanelerini al, birini dilinin altına, ötekilerini cebine koy’ demiş. ‘Konuşmak istediğin zaman bakla diline takılacak, sen de küfürden kurtulma isteğini anımsayıp o anda söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir bakla çıkakrırsın, dilinin altına onu yerleştirirsin.’

    “Adamcağız bilgenin dediğini yapmış. Bu ara da bilgenin yanından da ayrılmamaya çalışıyormuş. Yağmurlu bir günde birlikte bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılmış ve genç bir kız başını uzatmış, seslenmiş:

    ‘Bilge efendi, biraz durur musun?’ demiş ve pencereyi kapatmış. Bilge söyleneni yapmış ama sicim gibi yağan yağmur altında iliklerine değin ıslanmış. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçmiş içinden fakat tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünmüş ve aynı isteğini yinelemiş:

    ‘Bilge efendi, lütfen birkaç dakika daha bekler misiniz...’

    “Bilge içinden öfkelenmiş ama kızın isteğini de yerine getirmiş. Fakat yanındaki ‘eski’ küfürbaz adam, kendini zor tutuyormuş. Bu arada yağmurun şiddeti gittikçe artıyor, bilge de, adam da, vıcık vıcık ıslanıyorlarmış.

    Bir süre sonra pencere açılmış ve kız yine seslenmiş

    ‘Gidebilirsiniz artık!..’ demiş.

    Bilge bu durumu çok merak etmiş ve sormuş:

    ‘İyi de evladım bir şey yoksa bu yağmurun altında bizi niçin beklettin?’

    “Penceredeki kız, bu soruyu pek umursamamış:

    ‘Efendim, sizi elbette bir nedeni olmadan bekletmiş değilim’ demiş ve bekletme nedenini şöyle açıklamış:

    ‘Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi sokaktan geçerken görünce hemen yumurtaları kuluçkaya koydu ve yumurtaları tavuğun altına yerleştirene değin sizin pencerenin önünden ayrılmamanızı istedi.’

    “Saygısızlığın böylesi karşısında bilgenin de tepesinin tası atmış. Yanındaki ‘eski’ küfürbaza dönmüş ve şöyle demiş:

    ‘Hak ettiler bu ana kız’ demiş. ‘Çıkar ağzından baklayı!..’"

    Foyası Meydana Çıktı

    Kuyumcular yaptıları yüzük,kolye,küpe gibi ziynetlerde kullandıkları elmasların arka kısmına foya adlı maddeyi sürer,bir çeşit ayna gibi ışıkların yansıtılmasını sağlarlarmış.
    Zamanla foyalar çıkar ,dökülür.Bu benzetme yapılarak sahte,yalan işlerin ortaya çıkması anlamında deyim olarak kullanılır.

    Mürekkep yalamak

    Eskiden mürekkeplerin içinde bezir isi denilen bir madde bulunur.Yazarken yapılan yanlışlıklar ancak yalamak yoluyla giderilirmiş.
    Okuma-yazma bilen kişiler az olduğundan ,bir,iki satır yazacak kişiler el üstünde tutulur.Mürekkep yalayanlar üstün sayılırmış.

    Bir çuval incir berbat oldu.

    İncir işleme fabrikalarında incirler çürük,kurtlu,bozuk olanlar ayıklanır,sağlamlar boy boy ayrılırmış.
    Bir torba yada çuvaldaki gözden kaçmış bozuk incirleden sağlam incirlere hastalık sirayet edermiş.
    Küçük bir yanlışlığın güzelim işleri bozduğu bu olaydan ilham alınır olmuş.

    Şirazesinden çıktı

    Ciltli kitapların kapağa bağlanan iki uç tarafında ibrişimden örülmüş (yada başka cins bir ip) ince bir şerit vardır. Buna şiraze denir.Sayfaları cilt olarak bağlı tutar.Şiraze bozulursa kitap dağılır.

    Şapa oturduk!

    Kızıldenizin eski bir adı Şap denizi imiş.Mercana benzeyen beyaz taşlar bu denizden getirilirmiş.Bu taşlar su altında hacimlerini büyüterek yayılır ve gemiler için tehlike oluşturur.
    Seyir haritalarında normal gösterilen yerlerde bu şap kayaları büyüdükleri için tehlikelere neden olurmuş.
    Eskiden haca gemiyle giden hacı adayları için en sık başa gelen en önemli tehlike buymuş.Hacı bekleyen ahali "İnşallah bizimkiler şapa oturmaz", deyip dua ederlermiş.

    alıntıdır...

    Hatırladığında sana Allah'ı unutturan bir sevgi değil, unuttuğunda sana Allah'ın hatırlattığı bir sevgin olsun kalbinde...

    Alıntı Yaparak Cevapla
    okyanus
    Profilini Göster
    Özel mesaj gönder
    okyanus tarafından gönderilen bütün mesajları bul
    (#3) Eski
    okyanus okyanus çevrimdışı
    FT AŞIĞI
    okyanus aşmış ! insan üstü itibarı var ! okyanus aşmış ! insan üstü itibarı var ! okyanus aşmış ! insan üstü itibarı var ! okyanus aşmış ! insan üstü itibarı var ! okyanus aşmış ! insan üstü itibarı var ! okyanus aşmış ! insan üstü itibarı var ! okyanus aşmış ! insan üstü itibarı var ! okyanus aşmış ! insan üstü itibarı var ! okyanus aşmış ! insan üstü itibarı var ! okyanus aşmış ! insan üstü itibarı var ! okyanus aşmış ! insan üstü itibarı var !

    okyanus kullanıcısının avatarı

    Mesaj: 3,739
    Giriş: Oct 2007
    Konum: İstanbul
    Cinsiyet: Bayan
    Ruh hali:

    Varsayılan 26-03-2008, 02:28


    Asayiş berkemal
    Sultan Abdülazizin son yıllarında Musul ve Bağdat gibi illerde toplum içi anarşik olaylar artar.Irak ve çevresinde yabancı devletlerinde etkisi ile iyice asayiş bozulur.

    Durumları İstanbuldan gizlemeye çalışan devrin yetkilileri ,
    Vilayet gazetesine her baskısında şu şekil manşet atarlardı:

    ‘’Saye-i asayiş –vaye-i padişahide ,vilayetin her bir tarafında emn-ü asayiş berkemaldir..’’

    <Padişahın şahane idaresi altında,vilayetimizin her tarafında asayiş ve huzur hakimdir.>

    Yine büyük olaylardan sonra ertesi gün aynı manşet verilince ,
    Bölgenin ünlü şairlerinden Kerküklü Şeyh Rıza Efendi dayanamayıp
    Aşapıdaki beyti yazıp gazeteye gönderir.

    ‘’Katl ü nehb-i eşkiyadan millet oldu payimal,
    Emn-ü asayiş yine,elhamdülillah berkemal!!’’

    <Eşkıyanın cinayet ve yağması yüzünden millet ayaklar altında kaldı ama,
    Allaha şükür asayiş yinede sağlanmış durumda.>


    Aklım kesiyor.

    Ünlü bir hekim olan İbni Sina aynı zamanda matematik konusunda deha seviyesindeymiş.
    Babası onu çocukken matematik konusunda hassas eğitim veren bir okula gönderir.Ancak İbni Sina cebir,geometri bir türlü beceremez,okuldan kaçar.Babasından korktuğundan ,eve dönmez bir kervana katılır.
    Kervanbaşı en küçük yaştaki İbni Sinayı su alması için bir kuyuya gönderir.
    Sapına ip bağlı kovayı kuyudan çekerken,ipin sürtündüğü taşı kestiğini görür.
    Ve kendine sorar:bu ip taşı nasıl keser?
    Biraz daha düşünür:ip çok uzun zamandır,bu taşa sürtünüyor.ve aynı yere sürekli sürtüne sürtüne demekki taşı kesebiliyor.
    Madem ip bile taş kesiyor,benim aklım niye cebiri kesmesin? der.
    Okuluna döner ve bildiğimiz tıp dehası İbni Sina olur.


    Balık kavağa çıkınca

    Eski İstanbul şimdiye göre tam anlamıyla balık ve balıkçı şehiriymiş.
    Tutulan balıkların satılması Yemiş iskelesi ve Balık pazarından başlayan ve bu merkezlerin etrafında mahalle mahalle büyüyen pazarlarda yapılırmış.
    Balığın çok fazla çıktığı günlerde ise,
    Tophane’den Rumeli Kavağına ve Üsküdar’dan Anadolu Kavağına kadar her yere çeşitli vasıtalarla götürülüp satılırmış.
    Fiyat kırmak isteyen yada çok düşük fiyata almak isteyen müşterilerinede balıkçılar,
    -Oooo! O fiyatı ancak balığı kavağa çıkardığımızda satarız biz.derlermiş.

    Yorum yap

    • #3

      Papucu Dama Atılmak

      Osmanlı Ahi Teşkilatını bilirsiniz. Şimdiki Esnaf ve Sanatkarlar Derneği gibi o zamanın esnaf örgütüydü. İşte Ahiler ayıplı mal satan esnafın papucunu cümle alem görsün ve bilsin diye dama atarmış. O pabuç belli bir süre esnafın damında kalır ve esnaf bu şekilde teşhir edilirmiş. Bu deyim oradan gelmektedir.

      Çizmeyi Aşmak

      Milad-ı İsa'dan üç asıl evvel Efes'te Apelle (Apel) isimli bir ressam yaşarmış. Bu ressamın en büyük özelliği yaptığı resimleri halka açması ve gizlendiği bir perdenin arkasından onların tenkitlerini dinleyip hoşa gidecek yeni resimler için fikir geliştirmesi imiş.

      Günlerden birinde bir kunduracı, Apel'in resimlerinden birini tepeden tırnağa süzüp tenkide başlamış. Önce resimdeki çizmeler üzerinde görüşlerini bildirip, kunduracılık sanatı bakımından tenkitlerini sıralamış. Apel bunları dinleyip gerekli notları almış. Ancak bir müddet sonra adam, resmin üst kısımlarını da eleştirmeye hatta teknik yönden, sanat açısından, renklerin kontrasından ve gölgelerin derecesi üzerine de ileri geri konuşmaya başlayınca Apel, perdenin arkasından bağırmış:
      - Efendi, haddini bil; çizmeden yukarı aşma! demiş.

      Bam Teline Basmak

      Bâm (bem) kelime olarak evin üstü, çatı demektir. Türkçe'de dam olarak kullanılır. Bir musikî terimi olarak kullanılan bam telinin orjinal telâffuzu "bem teli"dir. Bem, aslında kanun, tambur gibi sazlara takılan tel demektir. Bem (veya bam) sakalın dudağa en yakın olan kalın teline de derler. Telli sazların en üstünde bulunduğu ve kalın ses verdiği için bu tele musikîde "bam teli" denilmiştir. Bunun karşıtı zîr (alt) olup o da en ince teli karşılar (zîrübem=alt ve üst, ince ve kalın teller).

      Eskiler en yüksek perdeden nağme çıkaran bam telinin sesini, bağıran, öfke ile sesini yükselten kişilerin köpürmelerine benzetmişler ve bunun adını "(Birinin) bam teline basmak (veya dokunmak)" diye koymuşlar. Eğer birisini aşın derecede kızdıracak bir sözü kasden söylüyorsanız, karşınızdakinin bam teline bastığınızdan hiç şüpheniz olmasın. Çünki o da bam telinden ses verecek, hışım ile kubbeleri çınlatacaktır.

      Altı Kavak Üstü Şeşhane

      Parçalan birbirine benzemeyen ve uygun olmayan, dolayısıyla bir işe yaramayan aparatlar hakkında veya giyim kuşam konusunda birbirine uymayan ve yakışmayan kıyafetler İçin altı kaval üstü şeşhâne deyimini kullanırız. Buradaki şeş-hâne kelimesinin İstanbul'da bir semt adı olan Şişhane ile herhangi bir alâkası yoktur ve Şişhane söylenişi yanlıştır. Çünki şeş-hâne diye namlusunda altı adet yiv bulunan tüfek ve toplara denir. Yivler mermiye bir ivme kazandırdığı için ateşli silahların gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Evvelce kaval gibi içi düz bir boru biçiminde imal edilen namlular, yiv ve set tertibatının icadıyla birlikte fazla kullanılmaz olmuş ve gerek topçuluk gerekse tüfek, tabanca vs. ateşli silahlarda yivli namlular tercih edilmiştir. Merminin kendi ekseni etrafında dönmesini ve dolayısıyla daha uzağa gitmesini sağlayan yivler bir namluda genellikle altı adet olup münhani (spiral) şeklinde namlu içini dolanırlar. Altı adet yiv demek, namlunun da altı bölüme (şeş hâne = altı dilim) ayrılması demektir ki halk dilinde şeşâne (şişane değil) şeklinde kullanılır.

      Bu izahtan sonra üstü kaval, altı şeşhâne biçiminde bir silah olmayacağını söylemeyi zaid addediyoruz. Çünki kaval topların attığı gülle ile şeşhânelerden atılan mermi farklıdır. Keza kaval tüfekler ile fişek atılırken şişhane namlulu tabancalardan kurşun atılır. Bu durumda bîr silah namlusunun yarısına kadar kaval, sonra şişhane olması da mümkün değildir. Ancak yine de vaktiyle bir avcının, yivlerin icadından sonra çifte (çift namlulu) tüfeğinin kaval tipi namlularının üst kısımlarını teknolojiye uydurmak için şeşhâne yivli namlu ile takviye ettiğine dair bir hikâye anlatılır. Hattâ bu uydurma tüfek öyle acayip ve gülünç bir görünüm almış ki diğer avcılar uzunca müddet kendisiyle alay etmişler ve "Altı kaval üstü şeşhâne / Bu ne biçim tüfek böyle" diyerek kafiyelendirmişler. O günden sonra halk arasında bu hadiseye telmihen birbirine zıt durumlar için altı kaval üstü şeşhâne demek yaygınlaşmış ve giderek deyimleşerek dilimize yerleşmiştir.

      Toprağı Bol Olmak

      İlk çağ inançlarına göre, insanlar öldükleri vakit bittakım eşyaları ile birlikte gömülürlerdi. Tanrılarına sunmak ve öte dünyda kullanmak üzere mezarlara birlikte götürdükleri bu eşyalar genellikle kıymetli maden ve taşlardan mamul kap kacak ile takılardan oluşurdu. Türk Beyleri de İslamiyetten önceki zamanlarda korugan dedikleri mezarlarına altın, gümüş ve mücevherleriyle birlikte gömülürler, sonra da üzerine toprak yığdırtarak höyük yapılmasını vasiyet ederlerdi. Eski medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu ve Anadolu'da, pek çok ünlü hükümdarlara ait bu tür mezar ve höyükler hala bulunmaktadır.

      Altın ve hazine her zaman insanoğlunun ihtiraslarını kamçılamış, nerede ve ne kadar kutsal olursa olsun elde edilmek için insanı kanunsuz yollara sevk etmiştir. Höyüklerdeki hazineler de zamanla yağmalayanmaya başlanınca ölenin ruhununmuazzep edildiği düşüncesiyle üzerine toprak yığılır ve gittikçe daha büyük höyükler yapılır olmuş. O kadar ki ölenin yakınları ve cenaze merasimine katılanların birer küfe toprak getirip mezarın üstüne atmaları gelenek halini almış. Öyle ya, mezarın üzerinde toprak ne kadar bol olursa, düşmanlar ve art niyetliler tarafından açılması ve hazinenin yağmalanması, o kadar engellenmiş olurdu. Bu durumda toprağı bol olan kişi de öte dünyada rahat edecek, en azından kulanmaya eşyası ve tanrılara sunmaya hediyesi bulunacaktır. Bugün dilimizde yaşayan "toprağı bol olmak" deyimi, aslında ölen kişi hakkında iyi dilek ifade eder. Türklerin İslam dairesine girdikten sonra yavaş yavaş terk ettikleri höyük geleneği, "toprağı bol olmak" deyiminin de gayrimüslimler hakkında kullanılmasına yol açmıştır.

      Bağdat Gibi Diyar Olmaz

      Dilimizdeki "Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz." sözünün aslı muhtemelen "Ane gibi yar; Bağdat gibi diyar olmaz." şeklindedir- Çünki sözün aslındaki Ane kelimesi, Bağdat yakınlarındaki sarp bir uçurumun kuşattığı dik bir geçidin adıdır. Bağdat gibi (güzel) şehir, Ane gibi de (sarp, ama manzaralı) yar (uçurum) olmaz, demeye gelir. Ancak siz Bağdat'ın Osmanlı Türk'ü için önemine bakınız ki oradaki Ane'yi anne yapıvermiş. Tıpkı "Yanlış hesap Bağdat'tan döner." sözüyle Bağdat'ın eskiden beri bir ilim merkezi olduğunun altının çizilmesi gibi.

      Altından Çapanoğlu Çıkıyor

      Tarihimizde Çapanoğlu lakabıyla anılan bir sülale vardır. Yozgat şehrini kuran Ahmet Paşa bu sülalenin ilk tanınmış kişisi olup 1764 yılında Sivas valisi iken önce azledilmiş ardından da idam ettirilmiştir. Ahmet Paşa'nın büyük oğlu Mustafa Bey ve ardından da küçük oğlu Süleyman Bey vali olurlar. Süleyman Bey bu sülalenin şöhretini afaka salmış bireyidir. Yozgat şehrini bayındır hale getiren ve Osmanlı hükümet boşluğundan istifade ile Amasya, Ankara, Elazığ, Kayseri, Maraş, Niğde ve Tarsus'u içine alan bir hükümet kurup adını Celalîler listesinin serlevhasına yazdıran odur. Süleyman Bey zamanında sadece halk arasında değil; devlet kademelerinde de Çapanoğlu adı korku ve çekingenlikle anılmaya başlar.

      İşte o dönemde devlet memurlarından biri, verilecek bir yolsuzluk kararını kovuşturmak üzere müfettiş tayin olunur. Araştırmaları ona, Çapanoğullarından birkaç kişinin de yolsuzluklarda parmağı olduğunu gösterir. Çapanoğlu Süleyman Bey'in nüfuzundan çekinen memur, durumu yakın bir arkadaşına anlatıp fikrini ister.Aldığı cevap şöyledir:
      -Bu işi fazla kurcalama; altından Çapanoğlu çıkarsa başın belada demektir!...
      Müfettiş ne yapsın; soruşturmalarını yarıda bırakıp yuvarlak cümleler ile sonucu ilgili mercilere bildirir.
      Çapanoğlu Süleyman Bey yaşadığı zamanda takvimler 1700'lü yılların sonuna yaklaşmaktaydı.Şimdi 2000'li yıllardayız ve bir yerlerde yolları daima bir Çapanoğlu kesmiş oluyor.

      Yorum yap

      • #4

        "Lafla peynir gemisi yürümez!"

        Rivayete göre bir zamanlar İsatnbul'da, Edirneli Aksi Yusuf adında bir peynir tüccarı var imiş. NMadrabaz ve cimri birisi olup Trakya'dan getirttiği peynirleri İstanbul'da satar, artanını da deniz yoluyla İzmir'e gönderirmiş. İzmir'de peynir fiyatları yükseldikçe elinde ne kadar mal varsa gemilere yükletir ama navlunu peşin vermek istemeyerek, kaptanları yalanlarıyla oyalar durur, "Hele peynirler sağ salim varsın, istediğin parayı fazlafazla veririm," diye vaatlerde bulunurmuş. Birkaç kez aldanan tüccar gemi kaptanlarından birisi, yine İzmir'e doğru yola çıkmak üzere iken diklenmiş:
        -Efendi tayfalarıma para ödeyeceğim. Geminin kalkması için masarifim var. Navlunu peşin ödemezsen Sarayburnu'nu bile dönmem.
        Aksi Yusuf her zmanki gibi,
        -Hele peynirler salimen varsın... demeye başlar başlamaz gemici.
        -Efendi, lafla peynir gemisi yürümez. Buna kömür lazım, yağ lazım.
        Aksi Yusuf parayı ödemiş. O gün akşama kadar şu bir tek cümleyi sayıklayıp durmuş.
        -Lafla peynir gemisi yürümez ha!

        Avucunu Yalamak

        Umduğumuz bir nimet ele girmediği zamanlarda söylenilen bu deyim, eskiden kadınlar arasında yaygın iken bilâhare çıkış noktası unutulup erkekler tarafından da kullanılır olmuştur. Eskiden hamile kadınların aşerme (aş yermek) dönemleri ile bebekli hanımların süt dönemlerinde canlan çekip de ulaşamadıkları bir şey olursa göğüslerinin şişeceği veya sütlerinin kesileceğine dair bir İnanış mevcutmuş. Fakirlik, yasaklama, sıhhî gerekler vs. yönünden bir şeyi canı çektiği halde ondan tadamayan bir kadın, sanki onu tadı- yormuşçasına sağ avucunun içini yalar ve böylece nefsini köreltir, istediği nimeti yediğini farz edermiş. Aynı uygulamaların çocuklara yönelik bir versiyonu da İmrendikleri yiyeceklen onlara bir tadımlık da olsa ikram etmektir. Eğer ikram edilmezse çocuğun bir yerlerinin şişeceği söylenir ki galiba kadınların göğüs şişmesi ile aynı olsa gerektir.

        Yolunacak Kaz

        Osmanlı hükümdarları içinde tebdil-i kıyafet eyleyip halkın arasına çıkanlar II.Isman, IV. Murat, III.Osman, III.Selim ve II.Mahmut ile sınırlıdır.Bunalrdan sonuncusu, bir yaz gününde yanına iki mabeyincisini alarak yollara dökülür. Sirkeci'ye gelip bir sandala binerekBeylerbeyi'ne geçeceklerdir. Şanslarına, ihtiyar bir kayıkçı düşer. Amma ne kayıkçı! Yılların tecrübesi ile artık neredeyse İstanbul Boğazı'nda görünen yolcuları hallerine, tavırlarına ve kılık kıyafetlerine bakarak köylerini söyleyecek kadar tanımaktadır. Bittabi bu seferki yolcularının da kimliklerini hemen anlar. Ancak asla ses çıkarmaz ve işini yapar.
        Beşiktaş önlerine gelindiğinde padişah kayıkçıya,
        -Baba,der.32 ile nasılsın?
        İhtiyar hiç tereddüt etmeden cevaplar:
        -32'i 30'a vuruyorum, 15 çıkıyor.
        Biraz sükuttan sonra padişah, yeniden kayıkçıya laf atar:
        -İşitliyor ki son zamanlarda şehirde hırsızlar ziyadeleşmiş; senin evine de giren oldu mu?
        -Bunan iki ay evvel biri girdi.Son günlerde birisi daha dadandı ya! Bakalım ne olacak?
        Padişah sükut eder.Kayıkçı işine devamdadır. Ancak mabeyinciler konuşulanlardan bir mana çıkarmak için kıvranıp durmaktadır. Bu durum, padişahın gözünden kaçmaz ve kayık, Beylerbeyi iskelesine yanaşmak üzereyken kayıkçıya sorar:
        -Babalık, sana iki besili kaz göndersem, yolabilir misin?
        -Hay hay efendi, ruhları duymaz, cascavlak ederim.

        Padişah sandala bir kese akçe atar ve karaya çıkarlar. Gel gelelim mabeyinciler meraktadır. Nihayet ertesi gün, hünkar ile kayıkçı arasında geçen konuşmayı anlamak üzere doğruca Sirkeci sahiline. Öyle ya bir vesile ile padişah hazretleri bu konuyu açar da sözlerin manasını kendilerine soruverirse!
        İhtiyarı, kayıkçılar kahvesinde bulurlar. Bir kenara çağırıp hususi görüşmek istediklerini söylerler. Dışarı çıkıp kayıkla biraz uzaklaşırlar. Adamlar hemen sadede gelerek:
        -Baba dün Beylerbeyi'ne üç yolcu götürdün.
        -Beli.
        -Onlardan ikisi biz idik; seninle konuşan da hünkarımız hazretleriydi.
        -Bir hatamız mı oldu ağalar?
        -Hayır da biz konuştuklarınızı merak etmekteyiz.
        -Canım mahrem şeyleri mi söyleteceksiniz bana?
        -Haşa! Ancak...
        İhtiyar nazlanırken ağalardan biri bir kese altın çıkarıp avucuna sıkıştırır. O zaman ihtiyar, kayığı yönünü Sirkeci'ye doğru çevirip anlatmaya başlar:
        -Sultanımız buyurdular ki 32 ile nicesin? Yani geçimin nasıldır,demek istedi. Ben de ağzımda 32 dişim var; onu bir aya göre ayarlıyorum. Ay otuz, ben ise 15 gün ancak iş bulabiliyorum, dedim.
        -Eeee?
        İhtiyar yine nazlanır. Bu sefer diğer mabeyinci keseye kıyar. İhtiyar devam eder:
        -Sultanımız son aylarda hırsızlar çoğaldı, sana da gelen oldu mu dedi. Yani "kaşık hırsızlarını" kastederek 'Son günlerde evlenmeler arttı. Senin çocuklarından da evlenen oldu mu' demek istedi. Ben de "Evet evime bir hırsız girdi, yani oğlumun biri evlendi; diğeri için de hazırlıklar var, bakalım, Allah Kerim dedim. Hünkarın hırsızdan kastı, kaşık hırsızı, yani gelin idi.
        Mabeyinciler "Meğer ne kadar basitmiş!"manasında birbirlerine bakarken kayıkçı sandalı iskeleye yanaştırır.
        - Ya üçüncü sual ne idi?
        İhtiyar yavaşça sandaldan çıkıp misafirlerini etekleyerek şu cevabı verir:
        -Aman efendim kerem buyurunuz. Padişah efendimiz buyurdular ki iki besili kaz... Allah ömrünüzü arttırsın, işte sizleri gönderdi.

        O günden sonra bu hadise, halk arasında şüyu bulur ve kolay para kaptıranlar için "yolunacak kaz" deyimi dilimize yerleşir.

        Yorum yap

        • #5

          DOLAP ÇEVİRMEK

          Eskiden Paşa,vezir,sadrazam,komutan gibi ileri gelen veya mal varlığı iyi olan kişilerin Konakları olurdu.Bu büyük evler kadınların kısmına haremlik ,erkeklerin kısmına selamlık adı altında iki kısım bulunur.
          Kadınlar kısmı ise erkek kısmı arasındaki duvarda tam bir ekseni etrafında dönen,silindir biçiminde kapaksız bir dolap yerleştirilirdi.
          Yarısı açık ,yarısı kaplalı bu dolabın içinde sıra sıra geniş ,dar raflar bulunurdu.
          Kadınlar kısmında pişen yemekler,içecekler diğer ikramlar bu dolap ile erkekler kısmına servis edilirdi.
          Kadınlar ikram edilecekleir dolabın kapalı kısmına yerleştirip ,erkekler kısmıan çevirir, tabaklar ,fincanlar boşalınca erkekler tarafından kadınlar kısmına çevrilirdi. Böylece kadın erkek biribirini görmeden servis yapılmış olurdu.
          İşte bu servis dolaplarının zaman zaman gönül işlerinde kullanıldığı da olurmuş.
          Örneğin delikanlının biri sevdalısına kimsenin haberi olmadan çaktırmadan mektup,çiçek vesaire. verecek olursa bu dolaptan yararlanırmış.
          Delikanlıya mendilmi gelecek yine bu dolap hizmet verirmiş.

          Dokuz doğurmak

          Vakti zamanında ,Çengeloğlu Tahir Paşa ,o dönem için asayişi bozuk olan İzmir de geceleri belirli saatler arasında sokağa çıkma yasağı uygulamış.
          Bir gece o saatlerde yasağa uymayan yada sokakta olan insanları Zaptiyeler toplayıp Karakol avlusuna getirmişler,bu sorguyuda bizzat Tahir paşa yapmış,
          Sırayla her birine teker teker çok ağır sorular sormuş.
          Paşa baştan dokuzuncu sıradakine gelince tekrar sormuş.
          ‘’Yahu sen? Tellakları duymadınmı?Ne diye sokaktasın bu vakitte?
          Adam bir telaşlı bir terli;
          ‘’Paşa hazretleri ,karım doğuruyordu.Valla ebe aramaya çıktım.Bir iki adım sonra zaptiyeler tuttu beni.Zavallı karım ne haldedir bilmiyorum ‘’ demiş.
          Tahir Paşa bir hata edildiğini anladıysada sakallarını sıvazlayıp,
          ‘’Seni bu kez affediyorum.Amma, o karın olacak Hatuna söyle ,bir daha öyle olur olmaz saatlerde doğurmaya kalkmasın ‘’demiş.
          Adam kan ter koşa koşa eve gelip,komşu kadınların arasından karısının yattğı yatağa gelmiş.
          Adam;’’Nasılsın?Nemiz oldu ‘’ demiş.
          Karısıda ‘’ Sen ne biçim adamsın Ebe bulamaya diye gititin? Kim bilir nerelerde eğlendin?
          Sen benim nasıl doğurduğumu biliyormusun ? demiş.

          Adam ise hararetle,
          ‘’Ah bre hatun sen neler diyosun??
          Sen bir kere doğurdun. Ben sıradaki sekiz kişiden sorgu nöbeti bana gelinceye kadar dokuz doğurdum.’’ demiş.

          Yorum yap

          • #6

            Tekke Yapılmadan Körler Dizildi

            Zamanında İstanbul'un işlek caddelerinden birine yeni bir mescit yapılması kararlaştırılır. Bunu duymuş bahsi geçen yere gidip el açmaya başlamışlar. Bunu gören inşaat ustalarıda: "ooo...biz mesciti yapmadan, körler dizildi bile." demişler. Bu söz ahalinin hoşuna gider günümüze kadar gelir.

            Buyrun Cenaze Namazına

            IV. Murad zamanında tütün,içki ,keyif verici madde yasağı koyar.ve yasağa uymayanları şiddetle cezalandırır.
            Bugünkü Üsküdar civarında bir kahvehanede tütün vs. içildiğini istihbarat alır.
            Derviş kılığında tebdili kıyafet buraya gider.
            Selam verir,oturur,kahveci yanına gelip,
            -baba erenler kahve içermi diye sorar.
            -padişah. evet.
            -k.tütün içermisin der.
            -p:hayır.der.
            Kahveci işkillenir.Tütün içimiyorda ne işi var burda. Zaten padişahın tebdili kıyafet dolaştığı haberleri var. Eli titreye titreye kahveyi götürür.
            -k.baba erenler ismini bağışlarmı?
            -p.Murad.
            -k.peki isimde sultanda varmı?
            -p.elbette var.
            deyince kahvecinin bet beniz atar. Zangır zangır titrer ve:
            -k.öyleyse buyrun cenaze namazına der.olduğu yere yığılır.
            IV. Murad bu lafa çok güler ve kahveciyi bir defalığına af eder.

            Yorum yap

            • #7

              Denize Düşen Yılana Sarılır

              Dönem II.Mahmut dönemi ve Kavalalı Mehmet Paşa Mısır Valisi dir.
              Kendine aşırı güvenen Kavalalı Mehmet Paşa nın amacı önce Suriye ,ardında Osmanlı yı ele geçirmektir . Oğlu İbrahim Paşa ,Suriyeyi ele geçirmiş Osmanlının yolladığı gücüde yenmişti. İstanbula doğru yola çıkmıştı.
              II. Mahmut ,ordunun o an için bunlarla başedebilecek vaziyette olmadığından
              Ruslarda yardım isteme taraftarıdır. Rus çarı Nikoladan yardım ister.
              Bir Osmanlı sultanın Ruslardan yardım istemesi yadırganır.
              Bir takım vezirler ‘’bu nasıl işdür?’’ diye mırıldanınca, Sultan Mahmut "Ne yapalım? Düştük denize sarılırız yılana" der.

              Kabak Kimin Başına Patladı

              su kabağı, bostan cinsinden olup yerde büyüyen, karpuzu andıran ucunda da kart hıyar büyüklüğünde boyun kısmı bulunan bir tür sebzenin meyvesidir. Özelliği, dalında uzun müddet bekletilince içinin gitgide koflaşması ve hafiflemesidir. Şekil itibariyle çini vazolara yahut çocukların henüz tamamını şişirmeye yetmemiş yarı şişkin şerit balonlara benzer. Dış yüzeyi pürüzsüz olduğu için aşınmış araba lastiklerine “kabak” tabir olunur. Su kabağı olgunlaştığı zaman genişliği 35-40 cm.; boyun kısmı ile birlikte uzunluğu da 80 cm yi bulur. Anacak küçük boyda olanları daha kibardır ve önde gelenlerin ev hanımları tarafından kullanımları tercih edilmiştir

              Eski insanlar sıvı maddelerin taşınması ve nakli için testiler yaparlarmış. Şimdi müzelerde görüp de ne işe yaradığını pek kestiremediğimiz anforalar aslında sıvı maddelerin ticarî nakli için kullanılmışladır ve özellikle gemilerin sintinelerinde iki üç sıra istiflenmiş olarak taşınırlarmış. Bu itibarla günümüzün tankerleri yerine eskiden sürülerle anfora yüklemesi yapılmak zorundaymış. Su kabağı da tıpkı anfora gibidir ve hemen hemen aynı amaçlarla kullanılmıştır. Ancak daha önce onları tarladan toplamak, kurutmak, boyun kısımlarının ucundan kesip içlerindeki lifleri bir müddet ıslak tutmakla yumuşatıp temizlemek ve nihayet ağzına bir tıpa uydurmak gerekecektir. Böylece kabak kullanıma hazırdır. İçine ister su, ister sirke, ister zeytin yağı, ister susam doldurunuz; yahut ister tas, ister maşrapa, ister sürahi, isterse erzak kesesi yerine kullanınız artık o sizin ihtiyacınızdır. Ama eğer kabağı dalından kopardıktan sonra güneş altında yeterince kurutmamış ve içinin liflerini iyice temizlememiş iseniz, içine ne koyarsanız koyunuz, uzun müddet beklemeden dolayı kabağın çeşnisi o maddeye sinecek ve böylece “kabak tadı vermesi” kaçınılmaz olacaktır. Binaenaleyh su kabağını dikine ortadan yararak maşrapa veya hamam tası olarak kullandığınızda kabak tadı vermesi ihtimali yoktur.

              Kabağı saklamanın malum iki yolu vardır. Tıpayı sıkıca kapayıp ırmağa yatırmak veya ağaç dalları arasına kefenlemek. Eski Galata meyhanelerinde kabaklar saklı değil, şimdiki meyhane, bar ve cafelerdeki içki şişelerinin raflara dizildiği gibi dizili veya asılı durumdadır. İçeriye giren külhanbeyi yahut bıçkın, yatağanını çıkarıp hangi kabağın ipini keserse o kabağı peylemiş, o akşam içindekini bitirmeye ahdetmiş demektir. Bizim rind şairler de pekala onlara özenip bu kabaklardan birine asılmış olabilirler. Artık onu ilgilendiren kabağın süslü, işlemeli, cevherli olması değil, içindeki ateş-i seyyaledir. O sırada

              Doludur kanlı yaşımdan iki gözüm kabağı

              Saki âhir beni bu sâgar tekrar yıkar

              Diyerek bir yandan sâkiye (içki dağıtan kişi) “iki gözüm” iltifatında bulunurken bir yandan “gözüm kabağı” ifadesinde “göz kapağı”nı dillendirip kanlı yaşlar akıttığını yalvarırcasına söyler ve imza köşesine Necatî adını koyar. Artık o kabak içindeki şarap ile meyhane köşesinde tekrar be tekrar yıkılıp kalmaya razıdır. Üstelik biraz sonra siniler kurulmuş, kabak kabak şaraplar, tabak tabak mezeler taşınmaya başlamış olacaktır. Bir iki derken, kapının hızlı hızlı vurulup ases veya zabıta baskınına uğranılması işten değildir. Gizli kapısı olan meyhaneler bile bu durumda fazla tekin sayılmayacaktır. Zira gizli kapının çıkışında da birkaç şahne (gece bekçisi) onları beklemektedir. Bu sebeple kimse yerinden kıpırdamaz ve kapı açılır. İçeri giren zabıtalar ayyaşları bir iki payladıktan sonra fıçıları kırmaya, küpleri devirmeye ve nihayet dizi dizi asılmış şarap kabaklarını alıp meyhaneci ile miçoların başlarında paralamaya başlarlar. Gayrete gelip araya giren müşteriler de kabaktan nasiplerini alacaklar ve kabak onların başlarında patlamaya başlayacaktır.

              Yorum yap

              • #8

                Ali Kıran Baş Kesen

                Külhanbeyi ağzında Ali kıran baş kesen diye bir deyim vardır. Bıçkın ve acımasız serseriler hakkında kullanılır. Bu deyim aslında Dal kıran baş keser atasözünden doğmadır.
                Atalarımızın insanları ağaç ve bitki sevgisine teşvik için dal kıranın baş kesmiş kadar suçlu olduğunu belirtmeleri eskiden beri Türk-İslam töresinde ağaç ve bitki hukukunun derinliğini gösterir. Fatih'in "Affedilen Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim." demesi gibi...

                Güme gitti

                Yeniçeriler günümüz polisliğini yaptığı dönemlerde olaylara müdahele edip, göz altına alacakları adamları kodeslere götürürmüş. İçeri atarkende "hooop...güümm" derlermiş. Ahalide bir olay sırasında suçsuz yere içeri alınan insanlara "vay be! adam bağıra çağıra güme gitti!" derlermiş. Bu deyim buradan çıkmış...

                İş İnada Bindi

                Adamın biri hayatında hiç namaz kılmamış. Bunu bilen bir arkadaşıda "Yahu şu mübarek Ramazan bari bir-iki rekat namaz kıl demiş. O da "Tamam tamam kılarız iki rekat deyip", akşam Teravih namazına gitmiş. Teravih başlamış. Bir-iki-dört derken namaz devam ediyor. Adam bir camdan kafasını uzatıp cami önünde bekleyen oğluna , "evlat sen eve git bu iş inada bindi" demiş. Bu deyim de buradan kalmış...

                Yorum yap

                • #9

                  İki Dirhem Bir Çekirdek

                  Giyim kuşamına özen göstermiş, şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar hakkında sık sık bu deyim kullanılır.
                  Bu yakıştırma, ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden kalmadır. Belki biliyorsunuzdur; bir okka, bugünkü ölçülerle 1283 gr. tutar. Okkanın 400'de 1'ine dirhem adı verilir. Dirhem, daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir ölçüdür. Ancak sarraflar, dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek denir ki, toplam 5 santigram karşılığıdır.
                  Eski devirlerin enkıymetli parası olan Osmanlı altını toplam 2 dirhem ve 1 çekirdek ağırlığa sahiptir. Yani; 2 dirhem+1 çekirdek= 1 Osmanlı altını.
                  Bu durumda süslenmiş kimselere iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar, mecaz yoluyla onlara altın demiş olurlar ki, bizce pek zarif bir nüktedir.
                  KAYNAK: İskender PALA (2000). İki Dirhem Bir Çekirdek, Bab-ı Ali Kültür Yayıncılık, İstanbul.

                  Hakkında Hayırlısı Böyleymiş

                  Bu deyim daha çok değer verilmeyen birinin başına gelen felaketi –birazda alay ederek- hafife almak için kullanılıyor. Hikaye şöyle;
                  Bir zamanlar Üç kişilik bir hırsız gurubu varmış. Bunlar her gittiği yeri soyup soğana çevirmekte yurt çapında ustalaşmış, namı almış yürümüş kişilermiş. Aralarından biri şefmiş. Şef oldukça sert mizaçlı, acımasız biriymiş. Bir gece konağın birini soyuyorlarmış, çatıdan salona ip sallandırmışlar, biri topladığı eşyaları iple tırmanarak çatıdaki şefe veriyor, şef; bunları dışarıda gözcülük yapan diğer hırsıza ulaştırıyormuş. İçerdeki hırsız salonda som altından bir şamdan görmüş, iple çatıya çıkarken,
                  “şefim bu şamdan benim ona göre” demiş. Şef bu lafa bir hayli sinirlenip ipi kesmiş, adam kafa üstü yere çakılıp ölmüş. Konaktan yürütebildikleri ile birlikte öteki hırsızla hızla uzaklaşırlarken adam ölen arkadaşı ile ilgili bütün cesaretini toplayıp; “Zühtü de iyi adamdı be şefim” Şef sert bir bakış fırlattıktan sonra gür sesiyle bağırmış: “ Sus ulen! Hakkında hayırlısı böyleymiş”

                  Zerdeyle Zırva

                  Şair fodul kelimesinin faziletli veya tam zaddı olan hiç bir şeye yaramaz anlamlarıyla;fodalay ise fazilet sahipleri ve fodla manâlarıyla tevriyeli(her iki anlamı da beyte uygun) kullanıyor. İkinci dizedeki zerde malum tatlının adıdır.
                  Zırva ise yine zerdeye benzeyen bir tür tatlıdır. İmaretlerde pişirilen zırvalar önceleri incir,üzüm,hurma,şeker ve pirinçten yapılırmış. Sonra sonra sadece pirinç kullanılarak lapamsı bir tür pilava dönüşmüş ve üzerine şeker ekilerek yenilir olmuş. Bu yüzden zerdeyle zırva denilmiş...

                  SIRRA KADEM BASMAK

                  Sır gizli şey demektir.Tasavvuf çevrelerinde ve özellikle Mevlevilikte bu kelimenin sırlamak şeklinde fiil yapılmış hali sıkça kullanılır. Sırlamak, kapmak,örtmek ses ve hava akımına müsaade etmeyecek derecede bir yere gizlemek anlamına gelir. Nitekim Mevleviler kapıyı yahut pencere kapa yerine, sırla, sırret derler. Sıralamak ve sıralanmak ise gömülmek, ölünün gömülmesi anlamına da kullanılır. Bu deyim de buradan gelmektedir.

                  Yorum yap

                  • #10

                    AKLA KARAYI SEÇMEK
                    (Bir işin üstesinden gelene kadar çok zorluk çekmek, güçlükle başarmak)
                    Dinimize göre, sabah namazının kılınma vakti, güneş doğuncaya kadar geçerlidir. Ortalık ağarmaya başlayıp da ak iplik ile kara iplik birbirinden seçilinceye kadar sabah namazı kılma süresi devam eder. Ağır hastalar bütün gece sancı ve ızdırap içinde kıvranarak uyuyamadıklarından, sabahı zor ederler.

                    İPE UN SERMEK

                    (İstenilen işi yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmak, güç koşullar öne sürmek, güçlük çıkarmak anlamında bir deyim.)
                    Nasreddin Hocanın, aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir komşusu Hocadan bir gün urgan ister. Hoca da Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi, veremeyiz. Der. Komşusu güler;Aman hocam, hiç urgan üstüne un durur mu, ipe un serilir mi? diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır. Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet demiş. Bu deyim buradan gelmedir...

                    Alıntı olup bilgilendirme amaçlı verilmiştir.

                    Yorum yap

                    • #11

                      helal olsun hocam bu kadar deyim ve hikayesi ve sayfalar dolusu yazı büyük emek ben daha hepsini okuyamadım ama mutlaka okuyacağım takdir ediyorum sizi teşekkürler hocam eline sağlık.
                      BU VATAN HEPİMİZİNDİR VE HEP BÖYLE KALACAKTIR


                      EĞER İNSANIM DİYORSAN ÖNCE SEVMEYİ ÖĞRENİN
                      ÇÜNKÜ SEVGİ ANAHTARI TÜM KÖTÜLÜK KAPILARINI KAPATIR İYİLİK KAPILARINI AÇAR

                      Yorum yap

                      Hazırlanıyor...
                      X