FRANSIZ OSCAR’I CESAR ÖDÜLLERİ’NDE
EN İYİ YÖNETMEN VE EN İYİ ERKEK OYUNCU DAHİL 4 ÖDÜL
Bir GUILLAUME CANET filmi
HARLAN COBEN’in çok satan aynı isimli romanından uyarlanmıştır.
KİMSEYE SÖYLEME
“NE LE DIS A PERSONNE ” - “TELL NO ONE”
6 NİSAN 2007’DE SİNEMALARDA...
Oyuncular: FRAÇOIS CLUZET, MARIE –JOSEE CROZE, KRISTEN –SCOTT THOMAS, FRANÇOIS BERLEAND, NATHALIE BAYE, JEAN ROCHEFORT, MARINA HANDS, GILLES LELOCHE, FLORENCE THOMASSIN Yapımcı: ALAIN ATTAL Senaryo: GUILLAUME CANET, PHILIPPE LEFEBVRE (HARLAN COBEN’in çok satan aynı adlı romanından) Görüntü Yönetmeni: CHRISTOPHE OFFENSTEIN, Prodüksiyon Tasarımı: PHILIPPE CHIFFRE Kostüm Tasarımı: CARINE SARFATI, Özgün Müzik: MATHIEU CHEDID Tür: GERİLİM – DRAM Yönetmen: GUILLAUME CANET
www.chantierfilms.com - http://fr.movies.yahoo.com/neledisapersonne.html
KİMSEYE SÖYLEME
SİNOPSİS
Alex çocukluk aşkı eşinin sekiz yıl önce vahşice öldürülmesinden sonra bir türlü kendisini toparlayamaz. Katil işlemiş olduğu bütün cinayetleri itiraf etmesine rağmen Margot’yu öldürdüğünü hep inkar etmiştir. Margot’nun cesedi üzerinde yapılan bütün araştırmalar ise katilin aynı kişi olduğunu göstermektedir.
Yıllar sonra Margot’nun cesedinin bulunduğu yerin yakınında aynı şekilde öldürülmüş iki cesedin daha bulunması soruşturmayı tekrar başlatacaktır.
Bu arada Alex kimden geldiği belli olmayan bir e-mail alır. Maildeki linke tıklayınca karısının kalabalık çekilmiş bir videosunu görür. Üstelik görüntü Margot’nun sekiz yıl önceki değil şimdiki halidir. Esrarengiz e-mailler ve tekrar açılan soruşturma ile nefes kesen bir kovalamaca başlayacaktır.
Margot hayatta mı? Eğer hayattaysa niçin “kimseye söyleme” demişti?
Filmin yönetmeni ve senaristi GUILLAUME CANET
Guillaume Canet ilk filmi “My Idol”un başarısının ardından bir roman uyarlamasını ekranlara taşıyor. Yönetmenin bu defa tercihi, Harlan Coben’in, dünya çapında 27 ayrı dile tercüme edilen ve 6 milyondan fazla satış rakamına ulaşan “Kimseye Söyleme” (Tell No One) adlı çok satan kitabı oldu. Canet bu filmin senaryosunu da, “My Idol”daki yazım ortağı Philippe Lefebvre ile birlikte yazdı.
Guillaume Canet ile Film Hakkında
Bu sizin ikinci filminiz ve ilk kitap uyarlamanız… Neden özellikle bu roman?
Açıkçası kitap karakterlerin ve fikirlerin bende yeteri kadar heyecan ve tutku uyandırdığını söyleyemem. Film yaparken herhangi bir kitabı baz almak yerine kendimi, yazım, hazırlık, çekim gibi yoğun ve ürkütücü süreçlere adamayı severim. Sözünü ettiğim bu süreçler, bir yönetmenin hayatında nerden baksanız en az iki yıllık süreyi alır.
Yeni filmim için kafamda bir fikir oluşturmaya çalışırken “Kimseye Söyleme”ye (Tell No One) rastladım. Okuyunca hayatımda ilk kez bir kitap öyküsüne yatırım yapabileceğimi hissettim. Çok sayıda güçlü karakter içeriyordu ki, böyle olması benim için daha da iyiydi. Çünkü bende çok zayıf bir yön vardır. Ne zaman beğendiğim bir erkek veya kadın oyuncuyla tanışsam onlarla çalışmak isterim. Bu kitapta bol keseden rol dağıtabileceğim çok fazla ilginç karakter vardı.
Ayrıca kitapta gerilim, aşk öyküsü, heyecan gibi farklı tarzların kesişmesini de çok sevdim. Kitabı okuduktan sonra bazı karakterler üzerinde bir takım ufak tefek değişiklikler yapmak, onlara uzun zamandır arzu ettiğim ayırt edici özellikler yüklemek istedim. Örneğin Berléand’ın canlandırdığı karakterdeki sinirsel tikler bu yaklaşım sonucunda ortaya çıktı.
Doğrusunu söylemek gerekirse, kendi yazmadığım bir şeyi ilk okuduğumda kendimi yönetmen olarak göremem. Bu kitabı okurken filmi kendi akıl gözümde şekillendirmeyi başarabildim. Filmi çekerken ne yapmam gerektiğini tam olarak biliyordum. Senaryoyu yazdıktan sonra çekime hazırlandığımız günlerde de kitabı ilk okuduğum zamanki duygularımı yitirmemeye özen gösterdim.
Senaryoyu yazarken, roman uyarlaması olmasından dolayı veya kitabın yazarından kaynaklanan herhangi bir kısıtlama oldu mu?
Olabilecek her türlü kısıtlamayı en baştan kabul etmedim. Daha ilk günlerde Harlan Coben ile konuşarak kitabından nasıl bir uyarlama yapmak istediğimi kendisine anlattım. Sanıyorum böyle yapmakla onun kalbini en baştan kazandım. Çok fazla değişiklik yaptıkları için ABD’deki uyarlamadan mutlu değildi. Örneğin kitaptaki öykünün sonunu değiştirdim ama ortaya çıkan sonucu o da sevdi. Çok etkilendiğini, yaptığımız her değişikliğin kitapta olmayan bazı şeylerin eklenmesi şeklinde olduğunu söyledi. Harlan’ın hoşlanacağı bir film yapmak benim için çok önemliydi. Yazım ortağım Philippe Lefebvre ile yaptığımız çalışmada karakterler ve olay akışı açısından en inandırıcı olanlarını seçmeye çalıştık.
Karşıma çıkan tek engel ise öykünün kendisinden kaynaklandı. Kitabı okurken kolayca çözümlenebilecek ama film diline uygun düşmeyen bazı konuşmalar vardı. Örneğin karakterlerin söze “Duydum ki…” veya “Haber aldığıma göre…” şeklinde başlaması gibi… Filmde bunu yapmak imkansız. Her sözün yere sağlam basması gerekir ki, bu da öykü akışının belirli yerlerinde değişiklik gerektirir.
Bunların dışında kendime tam bir özgürlük verdim. Örneğin kadın işkenceci Zach karakterinin ilk sahneye çıkışı gibi birçok şeyi değiştirdim. Kitaptaki işkenceci karakter Asyalı bir erkekti, biz filmde onu kadın işkenceci haline getirdik. Bu tip rollerde erkekleri çok fazla gördüğümüzü düşünüyorum. O rolde bir kadının olması şaşırtıcı olacaktı. Başka bir kadına işkence yapanın yine bir kadın olmasının daha etkileyici olacağını düşündüm.
Bu film tarzının kodlamalarını da tersine çevirdiğiniz izlenimi edindim. Gerilim öyküsünün içerisine bir aşk öyküsü oturtmak yerine burada aşk öyküsünün öncelik aldığı görülüyor...
Bu en başından beri benim için çok önemliydi. Yapımcım Alain Attal’a söylediğim de buydu. Bu filmin bana cazip gelen yanı her şeyden önce bir aşk öyküsü olmasıydı. Bu yaklaşımın sonucu olarak gerilim filmi gibi çekmeyi amaçlamadım. Olayların yaz mevsiminde geçmesini, ortalığın günlük güneşlik, ışıkların çok güzel olmasını istedim. Diğer gerilim filmleri gibi sürekli yağmur yağan bir ortamda gergin müzikler, hain ruhlu karakterler olsun istemedim.
Baş karakter Alex’in içinde bulunduğu durum ile çevresindeki ortam arasında gerçek bir zıtlık olmasını hedefledim. Kaldırım kahvelerinde gülüp eğlenen insanlarla tam bir tezat oluşturmalıydı. Yaz ayları ve insanlar tatilde keyfine bakıyor. Çevresindeki dünyanın Alex’in duygu ve düşünceleriyle tam tezat olmasını daha ilginç buldum.
Müzikten konuşacak olursak, bu filmin romantik müzikal altyapısı olması gerekirdi ama Matthieu Chedid’in oldukça gergin gitar çalışıyla da zıtlık oluşturdunuz sanırım..
Filmin müziğinin tek bir günde hazırlandığını önemle belirtmeliyim. Matthieu Chedid ile verdiğimiz karar buydu. Onu aradığımda sade müzikler istediğimi biliyordum. Senaryoyu yazarken aklımın bir köşesinde bazı şarkılar vardı ama filmin özgün müziği anlamında nasıl bir şey istediğimi fark etmem oldukça uzun sürdü. Sonuçta tarif edilmiş seslerle tek bir elektrikli gitar istediğimi fark ettim.
Matthieu’nun ilk tepkisi, bu film için yeterli zamanının olmadığı şeklindeydi. Uzun bir kayıt seansı planlıyordu. Ancak fikrimi açıklayarak onu ikna etmeyi başardım. Aklımda, “Paris, Texas” adlı filmde Ry Cooder’ın yaptığı tarzda bir kayıt vardı. Filmi seyrederek canlı çalmasını, tamamen doğaçlama yapmasını istiyordum. Bir stüdyoda filmi seyrettirdim. Oturup sürekli çaldı.
Filmde dinleyeceğiniz müzik tek bir defada bir günlük çalışmayla kaydedildi. Bu da Matthieu’nun zeka ve becerisini gösteriyordu. Bence asıl büyüleyici yanı, müziğin filmde ayrılmaz bir parça olmasıydı. Farkında bile olmazsınız ama müzik bir filmde en hayati unsurdur. İzleyicinin en katıksız duygularını harekete geçirir. Bu filmde yaptığım çalışma, hayatımın en sanatsal çalışmalarından birisiydi.
François Cluzet’yi de içgüdülerinizle mi seçtiniz?
Evet, uzun yıllardan beri onun hayranıyım. Tıpkı François Berléand gibi onun da filmlerde yeteri kadar rol alamadığını düşünüyorum. François Cluzet kamera karşısında rol yapmaz, bizzat yaşayarak oynar. Bu film François Cluzet için yapıldı diyebilirim. Filmi şimdi izleyince o rolde başka birisinin oynayabileceğini hayal bile edemiyorum. Filme yüklediği enerjiye, sınırsız sabrına, cana yakınlığına ve her an her yerde hazır bulunmasına şükran borçluyum.
Film setindeki herkes kürklü ceketlerine sıkı sıkıya sarınmışken o kendisini sabahın 5’inde çırılçıplak göle atmaktan çekinmedi. 10 gün boyunca sürekli koşturdu, asla şikayet etmedi. Ayrıca son derece etkileyici ve anlamlı bakışları vardır. Margot’yu yıllar sonra internette gördüğünde kamera François’in üzerinde odaklanır. Hiç kımıldamaz ama gözleri, şaşırma, kuşku, endişe, korku gibi çok çeşitli duygular silsilesini aynı anda yansıtır. Bence bu çok önemliydi.
François önerilere her zaman açık oldu ve bana sonuna kadar güvendi. İtiraf etmeliyim ki, bu filmdeki en iyi aktör o. Tüm aktörler bana elinden gelenin en iyisini verdi ama en iyisinin o olduğunu kabul etmeliyim. Yönetmenliğin en hoşuma giden yönlerinden birisi de aktörleri yönetmektir.
Oyuncu kadrosu iyi olunca, kurgu süreci de zor tercihleri beraberinde getirmiş olmalı…
Olağanüstü zor oldu. Zaten kurgunun bu kadar uzun sürmesinin sebebi de bu. Kurgu editörümüz Hervé de Luze ile birlikte filmi kesip biçmekte ve ritmini bulmakta epeyce zorlandık. En zor şeylerden birisi de, kitabı bu kadar iyi olmasına yol açan her şeyi bir arada bağlayabilmekti. Eğer çok fazla şeyi ayıklayıp atarsanız kurgu işlemi bir ayıklama sürecine dönüşür ve ortaya çıkan sonuç da duygusuz ve anlaşılmaz bir şey olur. Filmi birçok defa üst üste seyrettikten sonra sadeleştirme eğilimine kapılırsınız. Ancak ilk defa izlediğinizde hissettiğiniz duyguları unutmamanız gerekir.
Öte yandan bir filmi tekrar tekrar seyretmenin avantajı, beğendiğiniz aktörlerin yer aldığı sahneleri gözünüzü kırpmadan kesip atabilmenizdir. En beğendiğiniz sahneleri bile kesip atarsınız, çünkü geride daha çok sahne vardır. Böyle yaparak geriye en iyi sahneleri bırakırsınız.
Bir akşam Matthieu Chedid ile konuşurken, Beatles şarkılarının bu kadar kısa ve bu kadar iyi olmasının sebebini söyledi; “Sıkıştırılmış şarkılar oldukları için bu kadar iyi şarkılar” dedi. Tüm fazlalıklar atıldıktan sonra geriye en iyi bölümler kalır. Çalışırken sürekli müzik dinlerim. Bu benim için çok önemli. Geçen gün kurgu odasında filmin dörtte birini çıkarıp attım. Matthieu’nun ne demek istediğini o gün daha iyi anladım. Ancak gerçekten çok zor bir süreçti ve gerekli tercihlerde Hervé’nin büyük yardımını gördüm. Film için gerekli olan ritmi o buldu.
Filmin açılış sahnesindeki samimiyet duygusunu yaratmayı nasıl başardınız?
Aslında senaryo halinde kağıda dökülmeyen tek sahne oydu. Philippe Lefebvre ile o sahne üzerinde çalışmaya başladığımızda bir türlü tatmin olamamıştım. Ne yapsam hoşuma gitmiyordu. Bu yüzden aktörleri karşıma alıp senaryodaki ilk sahneye fazla özen göstermemelerini, senaryoda yazıldığı şekliyle çekmeyeceğimizi anlattım.
Çekimin yapıldığı gece hepimiz içkiliydik. Doğaçlama yapmalarını söyledim. Hep beraber çalıştığımız ilk sahneydi ve ilk haftada çektik. Bir karakterle başa çıkmak için doğaçlama yapmaktan daha iyi bir seçenek olmadığını düşünüyordum. Masaya bir omuz kamerası getirdim ve kendi aralarında konuşmalarını istedim. İstedikleri her şeyi söylemekte özgür bıraktım.
Claude Sautet’nin filmlerinde olduğu gibi sohbetin canlı olmasını ve birbirlerinin sözünü keserek konuşmalarını istiyordum. Sahneyi olabildiğince inandırıcı yapmanın yolu buydu. Başlangıçta paniklediler ama kısa zamanda olayın keyfini çıkartmaya başladılar. Özellikle Kristin Scott-Thomas’ı ot sararken görmek unutulmaz bir olaydı!
Film setinde oyuncularınıza karşı hayli “korumacı” davranıyorsunuz…
Filmim için bu kadar çok enerji harcamaları karşısında hepsine şükran borçluyum. Bu yüzden de elimden geldiğince tüm ihtiyaçlarını karşılama konusunda duyarlıyım. Aktörlerin nasıl çalıştığını bilen bir yönetmenim. İstediklerimi vermelerini arzu ediyorsam onları kendi düşünce biçimime doğru çekmek zorunda olduğumun bilincindeyim. Her karakter için çok net bir vizyonum vardı. Bu sebeple oyunucular konusunda bu kadar hassas ve seçici davranabildim.
Örneğin François Berléand’ın daha önce “My Idol”de yaptığının tam tersini yapmasını istedim. O filmde hiç durmadan konuşan bir karakterdi. Bu defa yavaş yavaş konuşmasını, sakin şekilde kendini ifade etmesini, biraz takıntılı bir karakter yapısı sergilemesini söyledim. Aklımda böyle bir karakter vardı. Sonuçta ben de takıntılı ve inatçı bir kişilik yapısına sahip olduğum için aynı sahneyi tekrar tekrar çekmek zorunda kalsam bile istediğimi alana kadar asla vazgeçmem.
- Filmin çerçeveleme düzenine ve kamera çalışmasına bakınca her çekim üzerinde çok uzun süre düşündüğünüz ortaya çıkıyor…
Senaryoda bir sahneyi yazarken o anda gözümde canlandırırım. Nasıl çekmem gerektiğini en küçük detayına kadar tam olarak bilirim. Dahası, bu defa kamerayı da kullanma fırsatı buldum. “My Idol”de aynı zamanda oyuncu da olduğum için bunu yapamamıştım. İki kamerayla birden çalışma fırsatı bulabildiğimiz için çok şanslıydık. Kendimi ifade etme konusunda büyük özgürlük sağlayan portatif kamerayla çalıştım. İstediğiniz yere gitme özgürlüğünü kazanınca oyuncularla ilişkilerinizin de daha akıcı hale gelmesini sağlarsınız. Aktörlerle kamera arasında bir bariyer kalmamalı ve bu filmin de en önemli kaynağı karakterler olduğu için bu çok önemliydi.
Sadece tek sahneyi önceden çizim yaparak ve planlayarak çektik. O da Alex’in Paris’te Périphérique adıyla bilinen tramvay yolunda koştuğu sahneydi. Sekiz kamerayla çalıştık. Hiç kimse yaralanmadığı ve istediğimizi tam olarak aldığımız için inanılmaz şanslıydık.
Filmin geri kalan sahnelerini büyük bir dikkatle küçük sahnelere ayırarak çektik. Sabahları sete geldiğimde o günle ilgili çekimleri ilgili departmanın başkanının eline teslim ediyordum. Çekimlerin yoğun olmasının onları her zaman mutlu etmediğinin farkındaydım. Özellikle de, iki gün içinde 54 çekimin peşpeşe sıralanması onları hiç memnun etmiyordu. Çünkü bu, televizyon filminden çok daha hızlı çekim anlamına geliyordu. Gün boyu aralıksız çalışıyorduk ama çok istekli, motivasyonlu, tutkulu ve kendine güvenli bir ekibim olduğu için çok şanslıydım.
Görüntü yönetmenim Christophe Offenstein benim için kardeş gibidir. İlk kısa filmimden beri sürekli beraber çalıştığımız için birbirimize çok yakınız. Aynı stili seviyoruz; bu da çerçeveleme konusunda yardımcı olur. Çekimler sırasında ikimizde de kamera vardı. Aynı vücudun iki kolu gibi organik bir bağ oluşturmayı başardık. Bu özellikle Alex’in evinin aranması gibi sahnelerde çok işe yaradı. Herhangi bir prova yapmadan çektik. Aktörler üzerinde odaklanıp devam etmemiz yeterli oldu. Böylece istediğimiz düzensizlik duygusuna ulaştık.
Paris’in kartpostal versiyonu yerine kentin gerçek görüntülerini izliyoruz. Sizin için mekan tarama aşaması önemli bir aşama mıydı?
Evet. Anlatılan konuya göre her mekanı yapım tasarımcımız Philippe Chiffre ile birlikte seçtim. Daha iyi öykü anlatmak için gereken mekanları bulmak o kadar da zor ve masraflı bir iş değildir. Mekanlar benim için çok önemli. Örneğin Monceau Parkı’nda çekim yapmak bilinçli bir tercihti. Parkın kapıları ile merkezi arasındaki görüş mesafesi ve çocuklarının oynamasını seyreden ailelerle dolu olması tercih nedeniydi. Ayrıca karavanımızı dışarıda bıraktığımız için park içindeki yol tasarımları da çekimlerimizi kolaylaştırdı.
Ayrıca Paris’in farklı yönlerini göstermek hoşuma gitti. Kentsel yerleşim projeleri, bitpazarları, tramvay yolu, Alex’in yaşadığı çevre, sonra avukatın ofisinin bulunduğu gösterişli Montaigne Caddesi ve tabii ki Monceau Parkı… Alex’in oralara ait olmadığını hissediyorsunuz. Bruno’nun jogging pantolonunu giydiğinde bu lüks çevrelerde yabancı olduğu hemen belli oluyor. Ayrıca senaryoya yazdığınız vizyonun hayata geçirilebilmesi için mekan bulmaya çalışmak başlı başına bir heyecandı.
EN İYİ YÖNETMEN VE EN İYİ ERKEK OYUNCU DAHİL 4 ÖDÜL
Bir GUILLAUME CANET filmi
HARLAN COBEN’in çok satan aynı isimli romanından uyarlanmıştır.
KİMSEYE SÖYLEME
“NE LE DIS A PERSONNE ” - “TELL NO ONE”
6 NİSAN 2007’DE SİNEMALARDA...
Oyuncular: FRAÇOIS CLUZET, MARIE –JOSEE CROZE, KRISTEN –SCOTT THOMAS, FRANÇOIS BERLEAND, NATHALIE BAYE, JEAN ROCHEFORT, MARINA HANDS, GILLES LELOCHE, FLORENCE THOMASSIN Yapımcı: ALAIN ATTAL Senaryo: GUILLAUME CANET, PHILIPPE LEFEBVRE (HARLAN COBEN’in çok satan aynı adlı romanından) Görüntü Yönetmeni: CHRISTOPHE OFFENSTEIN, Prodüksiyon Tasarımı: PHILIPPE CHIFFRE Kostüm Tasarımı: CARINE SARFATI, Özgün Müzik: MATHIEU CHEDID Tür: GERİLİM – DRAM Yönetmen: GUILLAUME CANET
www.chantierfilms.com - http://fr.movies.yahoo.com/neledisapersonne.html
KİMSEYE SÖYLEME
SİNOPSİS
Alex çocukluk aşkı eşinin sekiz yıl önce vahşice öldürülmesinden sonra bir türlü kendisini toparlayamaz. Katil işlemiş olduğu bütün cinayetleri itiraf etmesine rağmen Margot’yu öldürdüğünü hep inkar etmiştir. Margot’nun cesedi üzerinde yapılan bütün araştırmalar ise katilin aynı kişi olduğunu göstermektedir.
Yıllar sonra Margot’nun cesedinin bulunduğu yerin yakınında aynı şekilde öldürülmüş iki cesedin daha bulunması soruşturmayı tekrar başlatacaktır.
Bu arada Alex kimden geldiği belli olmayan bir e-mail alır. Maildeki linke tıklayınca karısının kalabalık çekilmiş bir videosunu görür. Üstelik görüntü Margot’nun sekiz yıl önceki değil şimdiki halidir. Esrarengiz e-mailler ve tekrar açılan soruşturma ile nefes kesen bir kovalamaca başlayacaktır.
Margot hayatta mı? Eğer hayattaysa niçin “kimseye söyleme” demişti?
Filmin yönetmeni ve senaristi GUILLAUME CANET
Guillaume Canet ilk filmi “My Idol”un başarısının ardından bir roman uyarlamasını ekranlara taşıyor. Yönetmenin bu defa tercihi, Harlan Coben’in, dünya çapında 27 ayrı dile tercüme edilen ve 6 milyondan fazla satış rakamına ulaşan “Kimseye Söyleme” (Tell No One) adlı çok satan kitabı oldu. Canet bu filmin senaryosunu da, “My Idol”daki yazım ortağı Philippe Lefebvre ile birlikte yazdı.
Guillaume Canet ile Film Hakkında
Bu sizin ikinci filminiz ve ilk kitap uyarlamanız… Neden özellikle bu roman?
Açıkçası kitap karakterlerin ve fikirlerin bende yeteri kadar heyecan ve tutku uyandırdığını söyleyemem. Film yaparken herhangi bir kitabı baz almak yerine kendimi, yazım, hazırlık, çekim gibi yoğun ve ürkütücü süreçlere adamayı severim. Sözünü ettiğim bu süreçler, bir yönetmenin hayatında nerden baksanız en az iki yıllık süreyi alır.
Yeni filmim için kafamda bir fikir oluşturmaya çalışırken “Kimseye Söyleme”ye (Tell No One) rastladım. Okuyunca hayatımda ilk kez bir kitap öyküsüne yatırım yapabileceğimi hissettim. Çok sayıda güçlü karakter içeriyordu ki, böyle olması benim için daha da iyiydi. Çünkü bende çok zayıf bir yön vardır. Ne zaman beğendiğim bir erkek veya kadın oyuncuyla tanışsam onlarla çalışmak isterim. Bu kitapta bol keseden rol dağıtabileceğim çok fazla ilginç karakter vardı.
Ayrıca kitapta gerilim, aşk öyküsü, heyecan gibi farklı tarzların kesişmesini de çok sevdim. Kitabı okuduktan sonra bazı karakterler üzerinde bir takım ufak tefek değişiklikler yapmak, onlara uzun zamandır arzu ettiğim ayırt edici özellikler yüklemek istedim. Örneğin Berléand’ın canlandırdığı karakterdeki sinirsel tikler bu yaklaşım sonucunda ortaya çıktı.
Doğrusunu söylemek gerekirse, kendi yazmadığım bir şeyi ilk okuduğumda kendimi yönetmen olarak göremem. Bu kitabı okurken filmi kendi akıl gözümde şekillendirmeyi başarabildim. Filmi çekerken ne yapmam gerektiğini tam olarak biliyordum. Senaryoyu yazdıktan sonra çekime hazırlandığımız günlerde de kitabı ilk okuduğum zamanki duygularımı yitirmemeye özen gösterdim.
Senaryoyu yazarken, roman uyarlaması olmasından dolayı veya kitabın yazarından kaynaklanan herhangi bir kısıtlama oldu mu?
Olabilecek her türlü kısıtlamayı en baştan kabul etmedim. Daha ilk günlerde Harlan Coben ile konuşarak kitabından nasıl bir uyarlama yapmak istediğimi kendisine anlattım. Sanıyorum böyle yapmakla onun kalbini en baştan kazandım. Çok fazla değişiklik yaptıkları için ABD’deki uyarlamadan mutlu değildi. Örneğin kitaptaki öykünün sonunu değiştirdim ama ortaya çıkan sonucu o da sevdi. Çok etkilendiğini, yaptığımız her değişikliğin kitapta olmayan bazı şeylerin eklenmesi şeklinde olduğunu söyledi. Harlan’ın hoşlanacağı bir film yapmak benim için çok önemliydi. Yazım ortağım Philippe Lefebvre ile yaptığımız çalışmada karakterler ve olay akışı açısından en inandırıcı olanlarını seçmeye çalıştık.
Karşıma çıkan tek engel ise öykünün kendisinden kaynaklandı. Kitabı okurken kolayca çözümlenebilecek ama film diline uygun düşmeyen bazı konuşmalar vardı. Örneğin karakterlerin söze “Duydum ki…” veya “Haber aldığıma göre…” şeklinde başlaması gibi… Filmde bunu yapmak imkansız. Her sözün yere sağlam basması gerekir ki, bu da öykü akışının belirli yerlerinde değişiklik gerektirir.
Bunların dışında kendime tam bir özgürlük verdim. Örneğin kadın işkenceci Zach karakterinin ilk sahneye çıkışı gibi birçok şeyi değiştirdim. Kitaptaki işkenceci karakter Asyalı bir erkekti, biz filmde onu kadın işkenceci haline getirdik. Bu tip rollerde erkekleri çok fazla gördüğümüzü düşünüyorum. O rolde bir kadının olması şaşırtıcı olacaktı. Başka bir kadına işkence yapanın yine bir kadın olmasının daha etkileyici olacağını düşündüm.
Bu film tarzının kodlamalarını da tersine çevirdiğiniz izlenimi edindim. Gerilim öyküsünün içerisine bir aşk öyküsü oturtmak yerine burada aşk öyküsünün öncelik aldığı görülüyor...
Bu en başından beri benim için çok önemliydi. Yapımcım Alain Attal’a söylediğim de buydu. Bu filmin bana cazip gelen yanı her şeyden önce bir aşk öyküsü olmasıydı. Bu yaklaşımın sonucu olarak gerilim filmi gibi çekmeyi amaçlamadım. Olayların yaz mevsiminde geçmesini, ortalığın günlük güneşlik, ışıkların çok güzel olmasını istedim. Diğer gerilim filmleri gibi sürekli yağmur yağan bir ortamda gergin müzikler, hain ruhlu karakterler olsun istemedim.
Baş karakter Alex’in içinde bulunduğu durum ile çevresindeki ortam arasında gerçek bir zıtlık olmasını hedefledim. Kaldırım kahvelerinde gülüp eğlenen insanlarla tam bir tezat oluşturmalıydı. Yaz ayları ve insanlar tatilde keyfine bakıyor. Çevresindeki dünyanın Alex’in duygu ve düşünceleriyle tam tezat olmasını daha ilginç buldum.
Müzikten konuşacak olursak, bu filmin romantik müzikal altyapısı olması gerekirdi ama Matthieu Chedid’in oldukça gergin gitar çalışıyla da zıtlık oluşturdunuz sanırım..
Filmin müziğinin tek bir günde hazırlandığını önemle belirtmeliyim. Matthieu Chedid ile verdiğimiz karar buydu. Onu aradığımda sade müzikler istediğimi biliyordum. Senaryoyu yazarken aklımın bir köşesinde bazı şarkılar vardı ama filmin özgün müziği anlamında nasıl bir şey istediğimi fark etmem oldukça uzun sürdü. Sonuçta tarif edilmiş seslerle tek bir elektrikli gitar istediğimi fark ettim.
Matthieu’nun ilk tepkisi, bu film için yeterli zamanının olmadığı şeklindeydi. Uzun bir kayıt seansı planlıyordu. Ancak fikrimi açıklayarak onu ikna etmeyi başardım. Aklımda, “Paris, Texas” adlı filmde Ry Cooder’ın yaptığı tarzda bir kayıt vardı. Filmi seyrederek canlı çalmasını, tamamen doğaçlama yapmasını istiyordum. Bir stüdyoda filmi seyrettirdim. Oturup sürekli çaldı.
Filmde dinleyeceğiniz müzik tek bir defada bir günlük çalışmayla kaydedildi. Bu da Matthieu’nun zeka ve becerisini gösteriyordu. Bence asıl büyüleyici yanı, müziğin filmde ayrılmaz bir parça olmasıydı. Farkında bile olmazsınız ama müzik bir filmde en hayati unsurdur. İzleyicinin en katıksız duygularını harekete geçirir. Bu filmde yaptığım çalışma, hayatımın en sanatsal çalışmalarından birisiydi.
François Cluzet’yi de içgüdülerinizle mi seçtiniz?
Evet, uzun yıllardan beri onun hayranıyım. Tıpkı François Berléand gibi onun da filmlerde yeteri kadar rol alamadığını düşünüyorum. François Cluzet kamera karşısında rol yapmaz, bizzat yaşayarak oynar. Bu film François Cluzet için yapıldı diyebilirim. Filmi şimdi izleyince o rolde başka birisinin oynayabileceğini hayal bile edemiyorum. Filme yüklediği enerjiye, sınırsız sabrına, cana yakınlığına ve her an her yerde hazır bulunmasına şükran borçluyum.
Film setindeki herkes kürklü ceketlerine sıkı sıkıya sarınmışken o kendisini sabahın 5’inde çırılçıplak göle atmaktan çekinmedi. 10 gün boyunca sürekli koşturdu, asla şikayet etmedi. Ayrıca son derece etkileyici ve anlamlı bakışları vardır. Margot’yu yıllar sonra internette gördüğünde kamera François’in üzerinde odaklanır. Hiç kımıldamaz ama gözleri, şaşırma, kuşku, endişe, korku gibi çok çeşitli duygular silsilesini aynı anda yansıtır. Bence bu çok önemliydi.
François önerilere her zaman açık oldu ve bana sonuna kadar güvendi. İtiraf etmeliyim ki, bu filmdeki en iyi aktör o. Tüm aktörler bana elinden gelenin en iyisini verdi ama en iyisinin o olduğunu kabul etmeliyim. Yönetmenliğin en hoşuma giden yönlerinden birisi de aktörleri yönetmektir.
Oyuncu kadrosu iyi olunca, kurgu süreci de zor tercihleri beraberinde getirmiş olmalı…
Olağanüstü zor oldu. Zaten kurgunun bu kadar uzun sürmesinin sebebi de bu. Kurgu editörümüz Hervé de Luze ile birlikte filmi kesip biçmekte ve ritmini bulmakta epeyce zorlandık. En zor şeylerden birisi de, kitabı bu kadar iyi olmasına yol açan her şeyi bir arada bağlayabilmekti. Eğer çok fazla şeyi ayıklayıp atarsanız kurgu işlemi bir ayıklama sürecine dönüşür ve ortaya çıkan sonuç da duygusuz ve anlaşılmaz bir şey olur. Filmi birçok defa üst üste seyrettikten sonra sadeleştirme eğilimine kapılırsınız. Ancak ilk defa izlediğinizde hissettiğiniz duyguları unutmamanız gerekir.
Öte yandan bir filmi tekrar tekrar seyretmenin avantajı, beğendiğiniz aktörlerin yer aldığı sahneleri gözünüzü kırpmadan kesip atabilmenizdir. En beğendiğiniz sahneleri bile kesip atarsınız, çünkü geride daha çok sahne vardır. Böyle yaparak geriye en iyi sahneleri bırakırsınız.
Bir akşam Matthieu Chedid ile konuşurken, Beatles şarkılarının bu kadar kısa ve bu kadar iyi olmasının sebebini söyledi; “Sıkıştırılmış şarkılar oldukları için bu kadar iyi şarkılar” dedi. Tüm fazlalıklar atıldıktan sonra geriye en iyi bölümler kalır. Çalışırken sürekli müzik dinlerim. Bu benim için çok önemli. Geçen gün kurgu odasında filmin dörtte birini çıkarıp attım. Matthieu’nun ne demek istediğini o gün daha iyi anladım. Ancak gerçekten çok zor bir süreçti ve gerekli tercihlerde Hervé’nin büyük yardımını gördüm. Film için gerekli olan ritmi o buldu.
Filmin açılış sahnesindeki samimiyet duygusunu yaratmayı nasıl başardınız?
Aslında senaryo halinde kağıda dökülmeyen tek sahne oydu. Philippe Lefebvre ile o sahne üzerinde çalışmaya başladığımızda bir türlü tatmin olamamıştım. Ne yapsam hoşuma gitmiyordu. Bu yüzden aktörleri karşıma alıp senaryodaki ilk sahneye fazla özen göstermemelerini, senaryoda yazıldığı şekliyle çekmeyeceğimizi anlattım.
Çekimin yapıldığı gece hepimiz içkiliydik. Doğaçlama yapmalarını söyledim. Hep beraber çalıştığımız ilk sahneydi ve ilk haftada çektik. Bir karakterle başa çıkmak için doğaçlama yapmaktan daha iyi bir seçenek olmadığını düşünüyordum. Masaya bir omuz kamerası getirdim ve kendi aralarında konuşmalarını istedim. İstedikleri her şeyi söylemekte özgür bıraktım.
Claude Sautet’nin filmlerinde olduğu gibi sohbetin canlı olmasını ve birbirlerinin sözünü keserek konuşmalarını istiyordum. Sahneyi olabildiğince inandırıcı yapmanın yolu buydu. Başlangıçta paniklediler ama kısa zamanda olayın keyfini çıkartmaya başladılar. Özellikle Kristin Scott-Thomas’ı ot sararken görmek unutulmaz bir olaydı!
Film setinde oyuncularınıza karşı hayli “korumacı” davranıyorsunuz…
Filmim için bu kadar çok enerji harcamaları karşısında hepsine şükran borçluyum. Bu yüzden de elimden geldiğince tüm ihtiyaçlarını karşılama konusunda duyarlıyım. Aktörlerin nasıl çalıştığını bilen bir yönetmenim. İstediklerimi vermelerini arzu ediyorsam onları kendi düşünce biçimime doğru çekmek zorunda olduğumun bilincindeyim. Her karakter için çok net bir vizyonum vardı. Bu sebeple oyunucular konusunda bu kadar hassas ve seçici davranabildim.
Örneğin François Berléand’ın daha önce “My Idol”de yaptığının tam tersini yapmasını istedim. O filmde hiç durmadan konuşan bir karakterdi. Bu defa yavaş yavaş konuşmasını, sakin şekilde kendini ifade etmesini, biraz takıntılı bir karakter yapısı sergilemesini söyledim. Aklımda böyle bir karakter vardı. Sonuçta ben de takıntılı ve inatçı bir kişilik yapısına sahip olduğum için aynı sahneyi tekrar tekrar çekmek zorunda kalsam bile istediğimi alana kadar asla vazgeçmem.
- Filmin çerçeveleme düzenine ve kamera çalışmasına bakınca her çekim üzerinde çok uzun süre düşündüğünüz ortaya çıkıyor…
Senaryoda bir sahneyi yazarken o anda gözümde canlandırırım. Nasıl çekmem gerektiğini en küçük detayına kadar tam olarak bilirim. Dahası, bu defa kamerayı da kullanma fırsatı buldum. “My Idol”de aynı zamanda oyuncu da olduğum için bunu yapamamıştım. İki kamerayla birden çalışma fırsatı bulabildiğimiz için çok şanslıydık. Kendimi ifade etme konusunda büyük özgürlük sağlayan portatif kamerayla çalıştım. İstediğiniz yere gitme özgürlüğünü kazanınca oyuncularla ilişkilerinizin de daha akıcı hale gelmesini sağlarsınız. Aktörlerle kamera arasında bir bariyer kalmamalı ve bu filmin de en önemli kaynağı karakterler olduğu için bu çok önemliydi.
Sadece tek sahneyi önceden çizim yaparak ve planlayarak çektik. O da Alex’in Paris’te Périphérique adıyla bilinen tramvay yolunda koştuğu sahneydi. Sekiz kamerayla çalıştık. Hiç kimse yaralanmadığı ve istediğimizi tam olarak aldığımız için inanılmaz şanslıydık.
Filmin geri kalan sahnelerini büyük bir dikkatle küçük sahnelere ayırarak çektik. Sabahları sete geldiğimde o günle ilgili çekimleri ilgili departmanın başkanının eline teslim ediyordum. Çekimlerin yoğun olmasının onları her zaman mutlu etmediğinin farkındaydım. Özellikle de, iki gün içinde 54 çekimin peşpeşe sıralanması onları hiç memnun etmiyordu. Çünkü bu, televizyon filminden çok daha hızlı çekim anlamına geliyordu. Gün boyu aralıksız çalışıyorduk ama çok istekli, motivasyonlu, tutkulu ve kendine güvenli bir ekibim olduğu için çok şanslıydım.
Görüntü yönetmenim Christophe Offenstein benim için kardeş gibidir. İlk kısa filmimden beri sürekli beraber çalıştığımız için birbirimize çok yakınız. Aynı stili seviyoruz; bu da çerçeveleme konusunda yardımcı olur. Çekimler sırasında ikimizde de kamera vardı. Aynı vücudun iki kolu gibi organik bir bağ oluşturmayı başardık. Bu özellikle Alex’in evinin aranması gibi sahnelerde çok işe yaradı. Herhangi bir prova yapmadan çektik. Aktörler üzerinde odaklanıp devam etmemiz yeterli oldu. Böylece istediğimiz düzensizlik duygusuna ulaştık.
Paris’in kartpostal versiyonu yerine kentin gerçek görüntülerini izliyoruz. Sizin için mekan tarama aşaması önemli bir aşama mıydı?
Evet. Anlatılan konuya göre her mekanı yapım tasarımcımız Philippe Chiffre ile birlikte seçtim. Daha iyi öykü anlatmak için gereken mekanları bulmak o kadar da zor ve masraflı bir iş değildir. Mekanlar benim için çok önemli. Örneğin Monceau Parkı’nda çekim yapmak bilinçli bir tercihti. Parkın kapıları ile merkezi arasındaki görüş mesafesi ve çocuklarının oynamasını seyreden ailelerle dolu olması tercih nedeniydi. Ayrıca karavanımızı dışarıda bıraktığımız için park içindeki yol tasarımları da çekimlerimizi kolaylaştırdı.
Ayrıca Paris’in farklı yönlerini göstermek hoşuma gitti. Kentsel yerleşim projeleri, bitpazarları, tramvay yolu, Alex’in yaşadığı çevre, sonra avukatın ofisinin bulunduğu gösterişli Montaigne Caddesi ve tabii ki Monceau Parkı… Alex’in oralara ait olmadığını hissediyorsunuz. Bruno’nun jogging pantolonunu giydiğinde bu lüks çevrelerde yabancı olduğu hemen belli oluyor. Ayrıca senaryoya yazdığınız vizyonun hayata geçirilebilmesi için mekan bulmaya çalışmak başlı başına bir heyecandı.
Yorum yap