• If this is your first visit, be sure to check out the FAQ by clicking the link above. You may have to register before you can post: click the register link above to proceed. To start viewing messages, select the forum that you want to visit from the selection below.

Duyuru

Gizle
No announcement yet.

Medeniyetler Tarihi

Gizle
X
 
  • Filtrele
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Sil
new posts
  • #46

    Oğuzlar

    En ünlü Türk kavmi.

    "Türkmen" ve "Batı Türkleri" de denen Oğuzlar Türk kavimlerinin en ünlüsüdür. Orta Asya'da kurulan Türk hakanlıklarının hepsinin kuruluşuna katılmış, Uygurlar ve Karahanlılar döneminde önemli rol oynamışlardır.

    SELÇUKLU YÖNETİMİNDE

    Oğuzlar XI. yy.da, Selçuklu hanedanı zamanında, gene birer Türk devleti olan Karahanlılara ve Gaznelilere karşı savaştılar ve sonunda bütün Türk kavimlerinin başına geçtiler. Selçukluların yönetiminde Dandanakan Meydan Savaşı'nda (1040) Gaznelileri yendikten sonra, açık denizlere ve Yakındoğu'da Akdeniz'e ulaştılar. Anadolu'yu ele geçirerek burayı ikinci Türk anayurdu yaptılar. Anadolu Selçuklu Devleti'nin kuruluşunda başrolü oynadılar. Anadolu'ya önce çeşitli beylikler halinde egemen olan Oğuzlar, daha sonra Osmanlı Devleti'nin de temelini oluşturdular.

    Geleneğe göre Oğuzların 24 boyu vardı. Osmanoğulları bunların Kayı boyundan, Selçuklular ise Kınık boyundandır. Türk geleneğine göre Oğuzların atası Oğuz Kağan büyük Türk hakanlarından Mete'dir. 24 Oğuz boyunun bu kağanın soyundan türediğine inanılır. Hattâ Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'yi Oğuz Kağan'a (Mete) bağlayan 45 kuşaklık bir soy kütüğü yapılmıştır.

    BUGÜNKÜ OĞUZLAR

    Bugünkü Oğuz Türkleri Türk kavimleri içinde en kalabalık olan topluluktur. Bu topluluk şimdi başlıca üç kol halinde bulunmaktadır: 1. Türkiye Türkleri; 2. Azerî Türkleri; 3. Türkmenler. Türkiye'de, Balkanlar'da, kısmen Suriye ve Irak'ta yaşayan Türkler birinci koldandır. Kafkasya'da, Batı İran'da ve kısmen Irak'ta yaşayan Türkler ikinci koldan, Horasan ve Türkmenistan'da yaşayan Türklerse üçüncü koldandır. En kalabalık olan kol Türkiye Türkleridir.

    Yorum yap

    • #47

      Perikles

      Atinalı devlet adamı (M.O. 495-429).

      Atina'nın M.Ö. V. yy.da gösterdi*ği gelişme, eylemi ve kişiliğiyle Yunan uygarlığının en parlak dönemine damgasını vuran Perikles'in adına bağlıdır.

      Soylu bir aileden gelen Perikles, Elealı Zenon ve Anaksagoras gibi filozofların yanında yetişti. Çok geçmeden, soğukkanlılığıyla, «rüzgâr gibi hareketli» yurttaşlarına egemen oldu.

      461'de demokratik partinin başına geçti, otuz yılı aşkın bir süre Atinalıları yönetti. Atina'nın bütün alanlarda parlaması için sabırsızlandığından, ordularını, komşu siteleri yenilgiye uğratarak zafere kavuşturdu. Yalnız Isparta ile başedemedi ve bu yüzden uzun Peloponnes Savaşları patlak verdi, savaşın sonunda Atina yenik düştü. Bu yenilgiye rağmen Perikles gene de tarihte, Atina'yı süslemeleri için durmadan desteklediği sanatçıların ve yazarların koruyucusu olarak yer alacaktır.

      Perikles, Atinalılarca yeniden göre*ve çağrıldığı yıl vebadan öldü.

      Yorum yap

      • #48

        Romalılar

        Romalılar, Roma şehrinin M. Ö. 753'teki efsaneli kuruluşundan sonra, iki yüzyıl boyunca, gelecekteki sitenin yedi tepesi üzerindeki küçük köylerde, tahta veya kerpiçten, yoksul evlerde yaşadılar. Bu köylü halk birkaç yüzyıl içinde, ışıklarını İskoçya'dan Afrika'ya, Atlantik'ten Küçük Asya'ya kadar saçacak olan büyük bir uygarlık yaratacaktı.

        Başlangıçta, bu çok gösterişli gelişme Romalıların niteliklerinden do*ğuyordu: tokgözlü ve çalışkandılar, lüksten kaçınıyor, sade bir yaşam sürüyorlardı. Baba, bütün aile üzerin*de mutlak otorite sahibiydi (pater familias), kadın da çocukların eğiti*miyle uğraşıyordu. Din, gerek özel hayatta, gerek devlet gidişinde önem*li bir yer tutuyordu.

        Toplum sıkı sıkıya örgütlenmişti. Kölelerden başka, iki ayrı sınıfı içeriyordu: siyasî iktidarı kullanan toprak sahibi zengin patriciler ve yok*sullukları nedeniyle iktidardan uzak tutulan, köylülerle, küçük esnaf ve zanaatçılardan oluşan plepler. Cumhuriyet döneminde, uzun bir müca*deleden sonra, plepler siyasî eşitlik ve devlet memurluğuna (majistralık) girme hakkını elde edeceklerdir.

        DEV BİR ESER

        Etrüsk hükümdarlarının birkaç yüzyıl süren krallığı döneminden sonra, M.Ö. 509'da, cumhuriyet kuruldu. Artık bütün vatandaşlar korniş adlı meclislerde toplanan populus romanus'u. (Roma halkı) meydana getiri*yordu. Bunlar her yıl, ülkeyi yönet*mekle görevli majistraları seçiyorlardı: quaestorlar (maliye), aedilisler (idare), praetorlar (adliye). Bunların üstünde, iki konsül, yürütme yetkisini ellerinde tutuyor, ordulara kumanda ediyor ve devlet başkanı görevi yapıyorlardı. Bu çeşitli görevlere birbiri ardından yükselmek cursus honorum oluyordu. Nihayet bütün eski majistralar da iç politikayı denetleyen ve dış politikayı yöneten senato'yu oluşturuyorlardı.

        Serüven düşkünü fatihler, uyanık tacirler veya çiftçiler olan Romalılar, kılıcı da, pulluğu da aynı coşkuyla kullanıyorlardı. Topraklarını bu yöntemlerle genişlettiler. Romalılara bo*yun eğen her ulus onlara çok sayıda asker ve köle sağlıyordu. Yurttaşlar sayıları gitgide artan kölelere yavaş yavaş kendi işlerinin çoğunu yüklemeğe başladılar. Bu sistem yüzyıllar boyunca sürüp gidecek ve Romalılara geniş bir imparatorluk çerçevesinde çok yönlü dev bir eser yaratma olanağını verecekti: sayısız anıtların, yolların, sukemerlerinin yapılması; madenlerin ve taş ocaklarının işletilmesi, sulama işleri. Ama, yine aynı sistem, Romalılardaki çaba harcama duygusunu silecek, onları kavimler göçü karşısında silâhsız bırakacak ve bu kavimler Miladın IV. yy. dan itibaren, Romalıların nüfuzunu tamamen yok edeceklerdi.

        YÜKSELİŞ VE GERİLEME

        M.Ö. III. yy.dan itibaren girişilen büyük fetihler döneminde Roma, bütün «eyaletler»den gelme karmakarışık bir kalabalığın kaynaştığı, pek canlı bir kenttir: ustaca sarılmış togaları içinde ağırbaşlı yurttaşlar; Galya'lı, Daçya'lı veya Nübya'lı köleler; Fenike'li tacirler; iş arayan Sicilya ve Afrika köylüleri biraradadır.

        Akdeniz dünyasında, fethedilen bütün ülkeler Romalıların parlak uygarlığından yararlanıyor, onların mitolojisini, sanatını ve tekniklerini benimsiyorlardı: yollar ve köprüler yapılıyor; şehirler amfiteatrlarla, zafer taklarıyla, hamamlarla, tapınaklarla ve bazilikalarla süsleniyordu. Zengin evler gözalıcı fresklerle veya renkli mozaiklerle kaplanıyordu. Nihayet Latince (Latium'un anadili) hemen hemen her yerde yöresel lehçelerin yerini alıyor ve bütün başeğmiş ulusların resmî dili oluyordu.

        Patriciler ve plepler arasındaki geleneksel çatışmayla büsbütün alevle*nen toplumsal haksızlıklar, sonunda cumhuriyetin bağrında gittikçe ciddileşen kargaşalıklara yol açtı. Uzun iç savaşlar M.Ö. 31 yılında, Sezar'ın yeğeni Augustus'un bir imparatorluk kurmasıyla sonuçlandı. İktidarın görkemi içinde başlayan bu yeni rejim, altı yüzyıl sonra, gerilemeyle son bulacaktı (Son imparatorluk). Bu arada, değişen Roma toplumu da artık üç sınıfa ayrılıyordu: sayıları gittikçe azalan kentliler, büyük toprak sahipleri ve toprağı işleyen kolonlar.

        Yorum yap

        • #49

          Saltuklular

          Selçuklu fetihleri arasında Doğu Anadolu'da kurulan Türk devletlerinden birisi Saltuklular'dır. Anadolu'nun fethinde görev alan kumandanlardan Ebul Kasım, Erzurum dolaylarını ele geçirmiş ve Sultan Alparslan onu bu bölgenin beyliğine tayin etmişti. Ebul Kasım 1102'de ölünce yerine oğlu Ali geçti ve Bey oldu. Ali'den sonra Bey olan İzzeddin Saltuk bu hanedanın en güçlü beyi oldu ve beylik onun adı ile yani "Saltuk Beyliği" olarak anıldı (1072).

          Bu beylik, önceleri Büyük Selçuklu Devleti'ne tabi idi, fakat bu devletin zayıflamasından sonra, bağımsızlığını kazandı. Saltuklu Beyliği Kars, Bayburt, Oltu, Trabzon, İspir ve Tercan bölgelerini ele geçirerek gücünü arttırdı. Önce Gürcülerle, sonra Bizanslılarla yaptığı savaşlarda da başarılı sonuçlar elde etti.

          Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan'la ittifak kurarak kız alıp vermek suretiyle akrabalık kuruldu. Saltuklu beyleri bir çok defa Gürcülere karşı savaştılar. Nitekim bunlardan İzzeddin Saltuk bu savaşların birisinde Gürcülere esir düşmüş (1153), öteki Türk beyleri tarafından 10.000 dinar verilmek suretiyle kurtarılmıştır.

          İzzeddin Saltuk 1174'te ölünce yerine oğlu Muhammed Kızıl Arslan geçti. Kızıl Arslan Bey, 1195'te Erzurum önüne kadar gelen Gürcü kuvvetlerini mağlup etti. İzzeddin Saltuk devrinde (1132-1168), Saltuklu Beyliği ülkesi Tercan'dan başlayarak Tahir Gediği'ne kadar uzanmakta; Erzurum, Bayburd, Avnik, Micingird, İspir, Oltu gibi şehir ve kasabaları kaplamakta idi.

          Nasıreddin Muhammed (1168-1191)'in ise, Irak Selçuklu sultanı III. Tuğrul'a ve asıl iktidarı elinde tutan Atabeg Kızıl Arslan'a tabi olduğu anlaşılıyor. Yine onun zamanında Gürcüler Erzurum önüne geldilerse de, bir muhasaraya girişmeden aldıkları ganimetlerle yetinerek geri döndüler.

          Bu devrin dikkati çeken bir olayı da bu hanedandan Muzaffereddin Melikşah adlı Saltuklu beyinin Gürcü kraliçesi Thamara ile evlenmesidir. XII. yüzyılın ortalarından itibaren Türkiye Selçukluları ve Eyyubi Devletleri, Doğu ve Güney-doğu Anadolu'daki beyliklerin varlıklarını tehdide başlamışlardı. O sırada Ulu Hakan olan Melikşah, Anadolu'da birliği korumak için bütün beylikleri itaat altına almak istiyordu. Süleymanşah da onun politikasını takip etti ve 1202'de Erzurum kalesini alarak Saltuklu Beyliği'ne son verdi (1202).

          Saltuklular devrinde, Erzurum bölgesi imar edilmiş ve zenginleşmiş bir durumda idi. Ayrıca bölgenin iktisadi durumuna da bir canlılık getirmişlerdi. Saltuklulardan zamanımıza kadar bazı eserler de kalmıştır, bunlar Kale Mescidi, Tebsi Minare, Ulu Cami ile bazı türbelerdir. Ayrıca Tercan'da bulunan Mama Hatun kervansarayı ve türbesi de zikre şayan Saltuklu eserlerindendir.

          Yorum yap

          • #50

            Türk Devletleri

            İSKİTLER (SAKALAR)

            MÖ. VII. yüzyılda batıya doğru göç ederek Karadeniz'in kuzeyinden Tuna nehrine kadar uzanan topraklara yerleştiler. Batı kaynakları bu topluluğa İskitler, İranlılar ise Sakalar adını vermişlerdir. Medler, Persler, Asurlular ve Urartularla savaşmışlardır.

            Anadolu, Suriye ve Mısır'a kadar akınlarda bulunmuşlardır. İskitlerin yönetici kesimi Türklerden meydana geliyordu. Yaşayış ve inanışları Türklerle aynıydı. En önemli edebiyat eserleri ALPER TUNGA DESTANI'dır.

            AKHUNLAR (EFTALİT) DEVLETİ

            Hun soyundan gelmektedirler. Afganistan'ın batısında MS.350 yıllarında kurulan bu Türk Devleti HEFTAL isimli hükümdarından dolayı EFTALİT DEVLETİ diye de anılır. Akhunlar Sasani Devletinde başlayan MAZDEK İSYANI'nı bastırmakta etkili oldular. Sasani Devletinde yaşayan Mazdek, kadın ve servetin ortak olması durumunda her türlü huzursuzluğun ortadan kalkacağını savunan bir kişiydi.

            Göktürk Devleti'nin Batı Bölgelerini idare eden İSTEMI YABGU ipek yoluna egemen olmak için, Sasanilerle ortak hareket ederek Akhun Devleti'nin yıkılmasını sağladı. Akhun Devleti'nin toprakları Sasani ve Göktürk devleti arasında paylaşıldı.

            BAŞKIRTLAR (BAŞKURTLAR)

            Itil (Volga) Nehri civarında oturmakta idiler. Moğol istilası sırasında Moğol egemenliğine girdiler.

            SABARLAR (SİBİRLER=SABİRLER)

            Önceleri Hun devletinin egemenliğinde yaşayan Sibirler, VI. yüzyıl başlarında Avarların baskısıyla batıya göç ederek Ural dağlarının güney doğusuna yerleştiler. Sasanilerle anlaşarak, Bizans'a karşı savaştılar. Anadolu'ya akınlar yaptılar. Bugünkü SİBİRYA adı Sibir Türklerinden gelir. Avarlara yenilince Hazar Türklerine karıştılar. Hazar Devletinin asıl kitlesini oluşturdular.

            TÜRGEŞ DEVLETİ

            I. Göktürk Devletine baglı olan Türgişler 630 yılında Göktürk devletinin yıkılmasıyla serbest kaldılar. BAGA TARKAN Türgiş Devleti'ni kurdu. Kendi adına para bastı. II. Göktürk devletinin kurulmasıyla yeniden Göktürk egemenliğine girdiler. II. Göktürklerin son dönemlerinde yeniden serbest kalan Türgişlerin başına SU-LU KAĞAN geçti. Su-lu Kağan Emevilere karşı mücadele etti. 766 yılında Türgiş Devletine Karluklar son verdi.

            KARLUKLAR

            II. Göktürk Devletinin yıkılmasında Basmil ve Uygurlar'la birleşerek rol oynadılar. Talas savaşında Çin'e karşı Arapları destekleyerek Orta Asya’nın Çinlileşmesini ve İslamiyet’in yayılmasını kolaylaştırdılar. İslamiyeti kabul eden ilk Türk boylarındandırlar. (İlk boy Kıpçaklar'dır.) İlk Müslüman Türk Devleti olan KARAHANLILAR'ın kurulmasında etkili oldular.

            KIRGIZLAR

            840 Yılında Ötügen'i alarak Uygur Devletine son verdiler. 1207 yılında Cengiz Han tarafından yıkılmış.Türk Kavmidir. Daha sonra Rusların egemenliğine girmişlerdir. 1916'da Ruslara karşı MİLLİ İSYAN adı verilen bir ayaklanma başlatmışlar, ancak Rus Çarı tarafından ağır bir şekilde cezalandırılmışlardır. 1936'da Sovyetler birliğinin 15 Cumhuriyetinden biri olmuşlar, 1991'de Sovyet Rusya'nın dağılmasıyla Bağımsız KIRGİZİSTAN DEVLETİ kurulmuştur.Başkenti BİŞKEK'dir.

            KİMEKLER

            Batı Göktürk topluluklarındandır. İrtis ırmağı civarında yaşıyorlardı. XI. yüzyıla doğru diğer Türk topluluklarıyla kaynaşarak, yok oldular.

            AVARLAR

            552 yılında Orta Asya'daki Avar İmparatorluğu’na Göktürkler son verince, batıya doğru ilerleyerek Romanya'ya giren AVARLAR merkezi MACARİSTAN olan yeni devletlerini kurdular. Çin kaynakları Avarlara JUAN- JUAN demektedir. 619 yılında tek başına, 629 yılında da Sasanilerle ortaklaşa İstanbul'u kuşattılar. Slav topluluklarının göç etmesine neden olarak, bunların Doğu Avrupa ve Balkanlara inmesini sağladılar. Böylece Balkanların Slavlaşmasında etkili oldular. 805 yılında Franklar tarafından yıkıldılar.

            BULGARLAR

            Batı Hunları ve Ogur Türklerinin karışmasıyla ortaya çıkan Türk topluluğuna BULGAR denir. (Bulgar kelimesi karışmak anlamındadır.)

            BÜYÜK BULGARYA DEVLETI

            Karadeniz'in kuzeyinde Göktürk Devleti’nin yıkılmasıyla "Büyük Bulgarya Devleti" kuruldu. Ancak kurucusu KUBRAT'ın ölümüyle Hazarlar tarafından yıkıldı.Bulgarların bir kısmı Tuna nehri, bir kısmı da Volga nehri kıyılarına göç etmek zorunda kaldı. Tuna Bulgar Devleti: Büyük Bulgarya Devleti'nin yıkılmasından sonra Tuna boylarına (Bugünkü Bulgaristan) göç eden Bulgar Türkleri burada Tuna Bulgar Devletini kurdular.

            KURUM HAN zamanında Bizans'ı kuşattılar.(Avarlardan sonra Bizans'ı kuşatan 2. Türk kavmidir.) Bu bölgedeki halkın çoğu Slav olduğu için Türkler zamanla Slavlaşmaya başladılar.Barış Han zamanında Hristiyanlığı kabul ettiler. Daha sonra ortaya çıkan bugünkü Bulgaristan Devleti Türk değil Slav devletidir. Bugünkü Bulgaristan'da yaşayan Türkler, Osmanlılar zamanında Balkanlara yerleştirilen Türklerdir.

            Kama Bulgar Devleti

            Büyük Bulgarya Devletinin yıkılmasından sonra Volga=İtil kıyılarına giden Bulgarlar burada Kama Bulgar Devletini kurdular. Hükümdarları Almış Han zamanında (X. yüzyıl) müslüman oldular. 1236'da Moğolların egemenliğine girdiler. Altinorda Devleti’nin parçalanmasıyla kurulan KAZAN HANLIĞI’nın esas kitlesini oluşturdular. (Kama Bulgarlarına bugün KAZAN TÜRKLERİ denilir.)

            HAZARLAR

            Kuzey Karadeniz ve Kafkaslar arasındaki bölgede Göktürk Devleti’nin yıkılmasıyla HAZAR KAĞANLIĞI kuruldu. Ticarette geliştiler. Hazar yöneticileri Museviliği benimsediler. Halk arasında Hristiyanlık ve müslümanlık yayılmıştı. Hazarlar ülkelerinde farklı dinleri içinde bulundurduklarından yüksek bir HOSGÖRÜ vardı.

            MACARLAR

            Fin Ugor kavmi ile OGUR Türklerinin karışmasıyla MACAR kavmi ortaya çıkmıştır. 896 yılında kendi adlarını verdikleri MACARİSTAN'a gelerek devletlerini kurdular. X. yüzyılda Hristiyanlığın Katolik mezhebini benimsediler. (Bundan sonra Türklük özelliklerini kaybetmeye başladılar.) Almanların (Germenlerin) doğuya doğru yayılmasını engelleyerek, Balkan topluluklarının (Slavların) Germenleşmesini önlediler.

            PEÇENEKLER

            Karadeniz'in kuzeyinde Don ve Dinyesper nehirleri arasındaki bölgeye yerleştiler. Kiev Prensliğini yenerek, Rusların Karadeniz'e inmelerini engellediler. 1071 Malazgirt Savaşına Bizans ordusu içinde ücretli asker olarak katıldılar. Ancak Selçukluları kendileri gibi Türk olduklarını anlayınca Selçuklu ordusu saflarına katıldılar. Edirne ve Trakya'nın Marmara kıyılarına kadar olan toprakları Bizans'tan aldılar.

            İzmir Beyi ÇAKA BEY Peçeneklerle temas kurdu. Buna göre Çaka Bey Peçeneklerle birlik olarak Anadolu ve Rumeli'den İstanbul'u kuşatmak istiyordu. Ancak Bizans kurnaz bir politikayla, yine bir Türk topluluğu olan KUMANLAR'ı Peçenekler üzerine saldırtarak, Peçeneklerin dağılmasına sebep olmuştur.

            KUMANLAR (KIPÇAKLAR)

            Volga'yi asarak Avrupa'ya ve Balkanlara girmislerdir. Kıpçaklarin Karadeniz'in kuzeyinde hakim olduklari topraklara "KIPÇAK BOZKIRLARI" denilmektedir. Macaristan'a giden Kıpçaklar ROMEN devletinin kurulmasinda etkili olmuslardir. Kıpçaklarin Oğuz Türkleriyle yaptigi mücadeleler DEDE KORKUT HIKAYELERI'nin ortaya çikmasina sebep olmuştur. CODEX CUMANICUS (Kodeks Kumanikus); Kıpçak Türk sivesi ile yazilan Latin, Fars ve Kuman dilleri üzerine yazilmis bir sözlüktür

            UZLAR (OĞUZLAR)

            Tarihte türk Milletinin siyasi, kültür ve medeniyet alaninda en büyük rolü oynayan koludur. Oğuzlara; Bizanslılar UZ, Ruslar TORKI veya TORK, Araplar GUZ demislerdir. 24 Oğuz Boyu vardır. Hazar denizinin kuzeyinden bir kolu "UZ" adi ile Avrupa ve Balkanlara göç etti. Balkanlara gelen UZLAR Bizans ordusunu ve Bulgarlari yendi. Ancak Peçenek akinlari, soguklar, salgin hastaliklar yüzünden dagilip yok oldular. Uzların bir kısmı Malazgirt Savası sırasında Bizans Ordusu saflarından, Selçuklu Ordusuna geçtiler.

            Yorum yap

            • #51

              Urartular

              Doğu Anadolu'da yaşamış ilkçağ ulusudur. Urartu Devleti en parlak döneminde (M.Ö. IX. yy.) Hazar Denizi'nden Malatya'ya kadar uzanan alanda egemenlik sürüyordu. Başkenti Tuşpa (Van) idi. Devletin kuzey sınırları Erzurum ve Erzincan'a, güney sınırlarıysa Musul ve Halep'e kadar uzanıyordu. O yıllarda Ön Asya'nın büyük devleti olan Asur Devleti, Urartuların bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı.

              Urartular M.Ö. VIII. yüzyıla kadar Yakındoğu'nun en büyük devletlerinden biri olarak yaşadılar. Bu yüzyılın ortalarında Kimmer ve Îskit akınlarıyla sarsılarak dağlık bölgelere sıkıştılar, Îskit istilâsından ve VII. yüzyılda Asur Devleti'nin ortadan kalkmasından sonra Medlerin Anadolu'yu ele geçirmeleri üzerine Urartu Devleti M.Ö. 600 yıllarında son buldu.

              Urartu Uygarlığı

              Bugüne kalan yazıtlardan anlaşıldığına göre Urartu kralları başkent Tuşpa'da ve başka kentlerde kaleler, saraylar, su kanalları yaptırmışlardı. Ortaya çıkarılan eserler Urartu mimarisinin yüksek düzeyde olduğunu göstermektedir. Urartuların yaptığı su tesisleri de ilgi çekicidir (kral Menua'nın yaptırdığı Menua ya da Şamranaltı Kanalı, Keşiş Gölü Barajı v. b.). Onlardan kalan madenî eşya ve kapkacak, taş, kemik ve seramik eserler sanat ve teknik bakımından ileri düzeydedir.

              Urartu dili Ön Asya dilleri grubuna girer. Yazılarıysa iki çeşitti: çivi yazısı ve hiyeroglif. Hiyeroglif yazısı yönetim ve din işlerinde kullanılıyordu. Bazı bilginler bu yazıyı onların kendilerinin bulduğunu, bazılarıysa Girit veya Hitit yazılarından edindiklerini öne sürerler. Urartular çivi yazısını Asurlardan almışlar ve bunu değiştirerek sadeleştirmişlerdi. Taş üzerine yazılmış kral yazıtları, yıllıklar, askeri olaylardan söz eden belgeler, yapılar ve su tesisleriyle ilgili levhalar çivi yazısıyla yazılmıştır.

              Arkeoloji

              Urartular üzerinde arkeolojik araştırmalar 1879 yılında başladı. Van-Toprakkale bölgesindeki bu çalışmayı İngilizler sürdürüyordu. Sonra Ruslar, Almanlar, Amerikalılar bu çalışmalara katıldılar. 1938'de demiryolu yapımı sırasında Erzincan yöresindeki Altıntepe'de çok değerli Urartu eserleri bulundu ve Ankara Müzesi'ne getirildi. Bu tarihten sonra konu Türk bilim adamlarının malı oldu. Bugün Türkiye'deki Urartu araştırmaları yalnız Türk arkeologları tarafından yapılıyor: Altıntepe kazılarında Prof. Tahsin özgüç, Adilcevaz kazılarında Prof. Emin Bilgiç, Toprakkale-Çavuştepe kazılarında Prof. Afif Erzen.

              Yorum yap

              • #52

                Vikingler

                IX. ve X. yüzyıllarda parlayan İskandinav halklarıdır. Adları «deniz savaşçıları» anlamına gelen Vikingler, aslında iki ulusa, yani Varyaglar ile Normanlar'a mensup insanlardır.

                İsveçli olan Varyaglar doğuya doğru yayılmış, IX. yüzyılda Karadeniz'e, hattâ İran'a kadar uzanmışlardı. Bunların çoğu Rusya'da, Novgorod ve Kiev'de yerleştiler, barışçı ticaret erbabı olarak ipek karşılığında kürk ve köle alışverişi yaptılar. Bunların içinden prens Ryurik Hanedanı Rusya'da XVI. yüzyıla kadar hüküm sürdü.

                Normanlar

                Danimarkalı ve Norveç'ti olan Normanlar («kuzey adamları») batıya doğru denizleri fethe giriştiler. Usta gemici ve korkunç savaşçı olan bu insanlar İzlanda'yı, Grönland'ı ve Kanada kıyılarını ele geçirerek sömürgeleştirdiler. Pruvası ejderha başı biçiminde olan, yelkenle ve kürekle yol alan, dibi hemen hemen düz, uzun teknelerin üstünde Büyük Britanya'ya çıktılar, zengin manastırları yağmalayarak, ağır fidyeler alarak her yere korku ve dehşet saldılar. Aynı hızlı akın tekniği anakarada da uygulandı.

                Sen Irmağı boyunca denizden yukarı çıkan Normanlar, biri 845'te, diğeri 885'te iki kere Paris'e saldırdılar. Luvar vadisi, Bordeaux, Toulouse, Lizbon, Sevilla, hattâ İtalya bile onların saldırısına uğradı (Robert Guiscard, XI. yüzyılda Sicilya'yı ele geçirecektir). 911 yılında başkan Rollon, sonraları Normandiya adını alan bölgeye yerleşti ve yüz yıl kadar sonra buradan kalkan Fatih William I İngiltere'nin fethine girişti.

                İki yüzyıl kadar Avrupa'ya egemen olan bu Vikingler sanıldığı kadar yırtıcı insanlar mıydı? Bu putatapar savaşçı insanların saldırısından ödleri patlayan keşişlerin yazdığı hikâyelere fazla inanmamak gerekir. Sağa adı verilen kahramanlık destanları, onların savaşlardaki başarılarını anlatır; bu destanlar ve bıraktıkları bazı sanat eserleri, Vikingleri tanımak için en iyi kaynaklardır.

                Özgün Bir Uygarlık

                Çok çabuk Hıristiyan olmalarına rağmen Vikingler, geleneksel inançlarını korudular. Gene Savaş Tanrısı Odin'e kurbanlar sunuyor, cinleri-perileri kutluyorlardı. Çok iyi örgütlendikleri için ülkelerinde merkezî monarşiler kurdular. Arkeolojik kazılarda çeşitli eşya (koşum, kızak, araba takımları), süs parçalan (tokalar, bilezikler, gümüş madalyon ve gerdanlıklar), silâhlar (kılıçlar, kargılar, baltalar) ortaya çıkarıldı; bunların üzerindeki ejderha, kuğu, at ve yılan motiflerinin büyülerle ilişkili bir anlamı olduğu sanılır. Tahkim edilmiş Viking köylerinin sokakları odun döşeliydi; bu köylerde kumtaşından ve granitten yapılmış, üzeri yazılı ve resimli mezar taşları bulundu.

                Derebeyliğin Güçlenmesi

                Viking yayılmasının sonuçlarından biri Avrupa'da derebeyliğin güçlenmesi oldu. Gerçekten bu sürekli tehdit karşısında krallar, soyluları kendi topraklarında kendi silâhlarıyla savunmakta ve köylüleri, tahkim edilmiş yerlerde korumakta serbest bıraktılar. Böylece derebeyler bağımsızlığa yöneldiler ve krallık karşısında güçlerini artırdılar.

                Arkeolojik Yerler

                En önemli araştırmalar Oseberg'de (Norveç) ve Jelling'deki (Danimarka) bir kral mezarlığında gerçekleşti. Eski Tralleborg ve Jutland kalelerinde, Hedeby köyünde Viking yapı tekniği ortaya çıkarıldı. İsveç'te Gotland Adası'nda çok değerli kalıntılar bulundu.

                Yorum yap

                • #53

                  Uygurlar

                  Ortaçağ'da Orta Asya'da ileri bir uygarlık kuran Uygurlar, önceleri Kuzey Moğolistan'da yaşıyorlardı. Hun İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra Göktürklerin buyruğu altına girdiler. Sonra onlara karşı ayaklanarak bağımsız bir devlet kurdular (740). Diğer Türk boylarım da buyrukları altına alarak güçlendiler. Yüz yıl kadar Moğolistan'a egemen olan Uygurlar, Çinlilerle de ilişki kurdular.

                  IX. yüzyılın ortalarında Kırgızlarla Tibetlilerin saldırısına uğrayarak yıkılan Uygur Devleti ortadan kalkınca Uygurlar batıya göçtüler (840) ve dağınık küçük devletler kurdular. Sonunda bütün Uygurlar Cengiz Han zamanında Moğol egemenliğine bağlandılar. Böylece son Uygur Devleti de XIII. yy.ın başında ortadan kalktı (1212).

                  O zamandan beri bir daha bağımsız olamayan Uygurlar, bugün Çin'in kuzeybatısında Sinkiang eyaletinde Çin egemenliği altında yaşamaktadır.

                  Uygur Uygarlığı

                  Uygurlar sanat, yapı ve yönetim işlerinde ileriydiler. Bu alanlarda öteki Türk boylarına öncü olmuşlardı. Doğu Türkistan'da yapılan kazılarda bulunan eserler, Uygur sanat ve edebiyatının yüksek bir düzeye ulaştığını gösteren tanıtlardır. Uygurlar 14 harfli bir alfabe kullanırlardı. Bugünkü Moğol ve Mançu alfabeleri Uygur alfabesinden alınmadır. Gene bu kazılarda bulunan tahta harfler Uygurların VIII. yüzyılda kitap bastıklarını göstermektedir.

                  Uygurlar Buda dinine bağlıydılar. Mani dininden olanları da vardı. Uygurca yazıların çoğu bu dinlerle ilgilidir. Ama Müslümanlık Uygurlar arasında yayıldıktan sonra içlerinde bu dine bağlı bilim adamları da yetişti. Uygur fikir adamları Arapça ve Hintçe'den çeviriler yaptılar. Uygurlardan kalan en önemli eser Yusuf Has Hacip'in Kutadgu Bilig'idir.

                  Kutadgu Bilig (Mutlu Olma Bilgisi)

                  Yusuf Has Hacip tarafından Uygurca yazılmış ilk Türk mesnevisidir (1069) Batı Uygurlarının (Karahanlılar) hakanı Ebu Ali Hasan'a sunulan eser, sembolik dört kişi üzerine düzenlenmiştir: 1. hakan Küntoğdı (doğru yasa); 2. vezir Aytoldı (mutluluk); 3. vezir Aytoldfnın oğlu ögdülmüş (akıl); 4. Zahit Odgurmuş (yaşamın sonu).

                  Bunlar arasındaki konuşmalarla toplumu meydana getiren bireylerin ödev ve sorumlulukları ve çağın yaşam felsefesi dile getirilmiştir. Kutadgu Bilig'in Uygurca ve Arapça yazmaları bulundu. XIII. yüzyılda kopya edilmiş olan Arapça Fergana yazması en güvenilir olanıdır. Üç önemli yazmanın tıpkıbasımı ile Türkçe çevirisi Türk Dil Kurumu'nca yayımlandı.

                  Yorum yap

                  • #54

                    İbraniler

                    Kutsal kitaplarda hikâyesi anlatılan Sami asıllı Ortadoğu halkı. İbranilerin kökeni Mezopotamya'dır; göçebe olarak yaşayan bu kavim, aralarındaki en bilgin ve en saygın kişilerce (eski peygamberler) yönetiliyordu. Eski Ahit'e bakılacak olursa, Milattan iki bin yıl kadar önce, onlardan biri, yani İbrahim Peygamber gidip Ken'an Ülkesi'ne (şimdiki Filistin) yerleşti; bunlara «nehri aşan» anlamına İbranî dendi.

                    Sonra, Ken'an'da kıtlık başladı. Açlık yüzünden halkın bir kısmı Mısır'a göç etti, orada köle olarak yaşadı, İbrahim'den sonra İbranilerin başına yine onun oğulları geçti: Yakup ve İshak bunların en ünlüleridir. Yakup bir gece rüyasında tanrı Yahova ile güreşmiş ve onu yenmişti. Bunun üstüne kendisine «güreşte yenen» anlamına İsrail adı verildi. Kavmine de İsrailoğulları dendi.

                    Sonra Yakup'un oğlu Yusuf Mısır'a gitti ve bir süre sonra kavmini de yanına aldırdı. Ama M.Ö. XIII. yy.da İbranîler, Musa'nın firavunla olan mücadelesi yüzünden, onun yönetiminde Mısır'dan ayrıldılar. Uzun süre çölde yaşadılar, sonra «Adanmış Ülke» diye adlandırdıkları Filistin'in fethine giriştiler.

                    Îbranîler Davut ve Süleyman zamanında (M.Ö. X. yy.) zenginliğin ve kudretin doruğuna ulaşmışlardı. Ama, Süleyman ölünce, gerileme dönemi başladı ve krallık iki rakip devlete bölündü: İsrail ve Yahudi Devleti (Yuda). Bu devletler, sırayla Asurluların, Babillilerin, Perslerin ve Romalıların egemenliğine girdi.

                    Diaspora

                    M.S. ilk iki yüzyıl içinde, İbraniler Roma egemenliğine karşı birçok defa ayaklandılar, ama hepsi boşa gitti: çoğu öldürüldü, geri kalanı da ya köleleştirildi ya da yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. O zaman yüzyıllar süren geniş bir göç hareketi başladı: Diaspora (İbranice «dağılma»). Dünyanın her yanında birçok Yahudi topluluğu bulunmasının nedeni işte budur.

                    Yorum yap

                    • #55

                      İasos

                      Amatör dalgıçların yıllardır bildikleri, sık sık dalış yaptıkları bir bölgeydi... Limanın birkaç kilometre açığında ve sadece 8 metre derinlikte gördüklerine de bir isim takmışlardı: "Kaya Ormanı"... Binlerce dev granit taştan, sütun parçalarından, sfenks heykellerinden ve mini dikilitaşlardan söz ediyorlardı, ama kimse onları ciddiye almıyordu. Ta ki, 1962 yılında, içlerinde birkaç arkeologun da bulunduğu bir grup profesyonelin dalışına kadar...

                      Onlar gözlerine inanamamışlardı; suyun dibinde bir tarih yatıyordu. Ancak, hemen önlem alınması gerekiyordu. Bazı parçalar yavaş yavaş kuma gömülmeye başlamıştı bile... Ayrıca kalıntılar oldukça sığ bir bölgede bulunduğu için, dalgaların sürtünmesi kayaları aşındırıyordu.

                      Mısır hükümeti, ilk önlem olarak binlerce metreküp çimento bloku dökerek bölgeyi küçük bir limana dönüştürdü ve böylece dalgaların etkisini ortadan kaldırdı. Oysa, tam 22 yıl sonra suyun dibindekiler çıkartılmaya başlandığında, ekibi bir başka sürpriz bekliyordu. Dalgıçlar biraz daha derinlerde, kiloları 10 ile 75 ton arasında değişen pembe granitten dev bloklara rastlamışlardı. Çalışmaları denetleyen İskenderiye Araştırmaları Merkezi müdürü Jean Yves Empereur ve ünlü bir mısır bilimci olan Jean Pierre Corteggiani'ye göre, bu dev granit bloklar dünyanın 7 harikasından biri olan İskenderiye Feneri'ne aitti.

                      Şimdiye kadar bu bölgeden çıkarılan parça sayısı 34... Araştırmayı yürüten Fransız bilim adamları, denizin dibinde daha böyle en az 2000 parça olduğunu ileri sürüyorlar. Ancak bölgedeki tüm parçaların İskenderiye Feneri'ne ait olup olmadığı konusunda fikir ayrılıkları söz konusu...

                      Bir grup arkeolog, bu iki bin parçanın büyük bir çoğunluğunun Fener'e ait olduğunu iddia ederken, Jean Yves Empereur, bu 2000 parçadan sadece 20 tanesinin Fener'in orijinal parçası olabileceğini söylüyor. Örneğin geçen Ekim-Kasım aylarında çıkarılan ve şu sırada müzede saklanan 12 ton ağırlığındaki başsız insan heykelinin (torso) Fener'e ait olduğu kesin.,. Yine denizden çıkarılan bir sfenksin ise, Fener'in sağında ve solunda bulunan iki ünlü sfenksten biri olduğu tahmin ediliyor.

                      Çıkarılan bu parçaların İskenderiye Feneri'yle hiçbir ilgisi olmadığını iddia edenler de var. Eski Mısır uzmanı, Mısırlı bilimadamı Abdül Halim Nureddin, denizin dibinde bulunan blok granit kayalarının Fener'e ait olmadığını ileri sürüyor. Ona göre, bu blok granit parçaları liman savunmasının bir unsuruydu. Limana saldıran gemilerin çarpıp batmaları için, 8 metre gibi bir derinliğe özellikle konulmuştu.

                      Abdül Halim Nureddin iddiasını şöyle destekliyor: Bir kere, bugüne kadar yapılan sualtı kazılarında üzerinde Yunanca yazı bulunan tek bir kaya ya da heykel parçasına rastlanmış değil... İkinci olarak, denizin dibinde bulunan dev granit blokları pembe granitten... Oysa tarihçiler, Fener'in renginin beyaz olduğunu yazıyorlar. Bu da, yapımında beyaz taşların ya da beyaz mermerin kullanıldığını gösteriyor.

                      İster İskenderiye Feneri'ne ait olsun ister olmasın, şu ana kadar denizin dibinden çıkarılanlar her açıdan tarihi bir öneme sahip... 12 ton ağırlığındaki, Tanrı Osiris giysileri içindeki II. Ptoleme heykeli başlı başına bir tarihi belge... Firavun L Seti dönemine ait bir dikilitaş, Firavun II. Ramses dönemine ait bir sfenks de az şey değil... Çıkarılan malzemenin çeşitliliği ve farklı dönemlere ait olması kuşkusuz kafaları biraz karıştırıyor. Bu gerçeği araştırmaları sürdüren Fransız ekip de kabul ediyor.

                      İskenderiye sualtı kazıları, şu anda iki Fransız şirketi tarafından finanse ediliyor. Ne var ki, bu iki şirketin 340 bin doları bulan katkısı daha kapsamlı bir çalışma için yetersiz kalıyor. Arkeologların amacı, bu parçalar aracılığıyla İskenderiye Feneri'ni yeniden orijinal büyüklüğünde ve modelinde oluşturmak... Böylece antik dönemin yazarlarının aktardıklarından hareketle, Fener'in biçimine ilişkin yapılan tarifleri de yeniden gözden geçirmek... Ancak, madalyonun bir başka yüzü daha var. Bu iş için milyarlarca dolar gerekiyor.

                      Böyle bir yükün altından da ne Mısır Hükümeti, ne de kazılan finanse eden Fransız firmaları kalkabilecek durumda İskenderiye ve çevresi, Mısır'da en önemli bölgeyi oluşturduğundan, bölgeyi anlatmaya buradan başlayacağım. Pelusium'dan itibaren kıyı boyunca yürürseniz, Canobik ağzına kadar yaklaşık 150 stadia etmektedir (28 km, l stadium: 185 m). Nil Delta'smdan Pharos Adası'na kadar ise, 103 stadia (20 km) eder. Pharos, dikdörtgen biçiminde, anakaraya çok yakın ve iki limana sahip bir adadır.

                      İskender, önceleri basit bir kasaba olan bölgeyi ve konumunun avantajlarını gördüğünde, kenti liman bölgesinde güçlendirerek, buraya bir kent kurmaya karar verir. Tarihçilerin anlattığına göre, kente geldikten sonra buraya yerleşme hazırlığı yaparlarken iyi talihi işaret eden şöyle bir olay olmuştur: Mimarlar tebeşirle, bölgeye çizgiler çekerlerken, tebeşirleri biter. Kralın yanlarına gelmesi üzerine, yardımcıları işçiler için hazırladıkları arpa ununu tebeşir yerine kullanmaya başlarlar.

                      Sonuç olarak, işaretleye çekleri sokak sayısı artar. Bu, tanrıların onların yanında olduğunu gösteren bir olaydır. (Bu öykü Plutarkos'a göre; "her cinsten kuş bölgeye doluşmuş ve arpa ununu yemeye başlamıştı. Bunun üzerine İskender, olayın kötü bir kehanetin işareti olup olmadığını sormuş, ama kahinler kehanetin olumlu olduğunu belirtmişler. Arpa ununu, bereketi artırsın diye yanlarına almışlar" şeklindedir.) batıdan eser.

                      Etesian, "yıllık" anlamındadır) yaz mevsimi, İskenderiyeliler'in en rahat ettikleri zamandır. Kentin yerleşim açısından avantajları oldukça fazladır. Öncelikle, iki taraftan denize açıktır; kuzeyde Mısır Denizi dedikleri, güneyde Mareotis denilen Mareia Gölü... Burası Nil Nehri'nden gelen pek çok kanala da sahiptir. Özellikle yaz başlarında Nil Nehri iyice gürleşip bu gölü doldurduğunda, yükselen buğudan ötürü geriye hiç balçık bırakmaz.

                      Bu mevsimde, kuzeyden ve denizden esen Etesian rüzgarından dolayı (Mısır musonları bütün yaz kuzey Kentin planı, "chlamys"e benzer (Makedonyalılara özgü pelerin ya da Yunanlılar'ın kullandıkları askeri manto): Uzun kesimi iki yandan denize açıktır, kısa kenarlar ise kıstaklardır ve bunların bir tarafı denize, diğer tarafı göle değmektedir. Kentin tamamı, atların ve at arabalarının bir arada geçebileceği genişlikte, birbirini dik açıyla kesen caddelere sahiptir. ..."Sema" da kraliyet saraylarına aittir (Mezar).

                      Burası kralların ve İskender'in gömülü olduğu yerdir; Ptolomaios'a göre, erken davranan Perdikas onun canını alıp bedenini Babil'den Mısır'a getirdiğinde, kentin artık orıa kalacağını düşünerek büyük bir ihtirasla yürüyordu. (Söylentiler çeşitlidir; Diodorus Siculus'a göre, Arrhidaeus, İskender'in cesedini getirmek için iki yılını çeşitli görüşmelere ayırmıştı. Ve I. Ptoleme, onunla tanışmak için Suriye'ye kadar gitmiş ve cesedi yakmak için Mısır'a getirmiştir. Pausanias'a göre ise, I. Ptoleme onu Memphis'te gömmüş, ama II. Ptoleme İskenderiye'ye aktarmıştır.)
                      Girişteki Büyük Liman'ın sağ tarafında ada ve Pharos Kulesi (İskenderiye Feneri) yer alır...

                      İskenderiye Feneri... Bir mimari harikası..

                      Yapımına M.Ö. 3 yüzyılda Kral I. Ptoleme zamanında başlanan ve oğlu II. Ptoleme zamanında bitirilen (M.Ö. 297 ile M.Ö. 280 arası) İskenderiye Feneri, bütün limanı aydınlatması amacıyla, liman girişindeki Pharos Adası üzerine kurulmuştu.

                      Bugün kullandığımız "fener", "far" kelimeleri bu adanın isminden geliyor. Knidoslu ünlü mimar Sostratos tarafından inşa edilen üç katlı fener kulesinin yüksekliği, bir iddiaya göre 120, bir başka iddiaya göre ise 140 metreydi. Diktörtgen tabanını çevreleyen terasın uzunluğu da 340 metreyi buluyordu. Tabanın genişliği 30, uzunluğu ise 61 metreydi. Bugün, birinci katın yüksekliğinin 71 metre olduğu tahmin ediliyor.

                      Kulenin ikinci katını oluşturan merkez gövde ise sekizgen biçimindeydi ve 34 metre yüksekliğe sahipti Asıl fener görevini gören üçüncü kat ise bir silindiri andırıyordu. Bu bölümü koni biçiminde bir çatı örtüyordu ve bunun üzerinde de bir Zeus heykeli bulunuyordu Firavunlar ülkesindeki dev bir eserin tepesindeki Zeus heykelinin anlamı ise şuydu: Mısır'da o dönemde hüküm süren Ptolemeler aslında bir Makedonya hanedanıydı. Mısır'ı ele geçirdikten sonra, gerçek birer firavun gibi davranmalarına karşılık, dini inançlarını korumuşlardı.

                      Fenerin içinde ta tepeye kadar çıkan taş bir merdiven bulunuyordu. Bu merdiven öylesine genişti ki, odun yüklü iki yük hayvanı rahatlıkla çıkabiliyordu. Fenerin ateşi, bu hayvanlarla taşınan reçineli odunlarla besleniyordu. Bir başka varsayıma göre de, Mısırlılar'ın o dönemde petrolü bildikleri ve kullandıkları sanılıyor... Üstelik bu petrolü yukarı kadar taşımayıp, hidrolik pompalarla aşağıdan yukarıya pompaladıkları ileri sürülüyor.

                      Fenerin ateşinin ışığı, çeşitli aynalarla artırılıyordu. Eski tarihçiler bu ışığın 30 mil uzaklıktan rahatlıkla görüldüğünü yazmışlardı. Öte yandan, fenerin kendisi de beyaza boyalı olduğu için hayli uzaktan seçilebiliyordu.

                      Ancak, o dönemde fenerin sadece gemileri kayalıklardan uzak tutmak için inşa edildiğini söylemek çok zor... Fener, aynı zamanda bir savunma görevi görüyordu; limanın girişini savunan bir kale gibiydi. Savaş sırasında Mısırlılar, fenerdeki asker ve mancınık sayısını artırırlardı. Yapı öylesine güçlü bir stratejik konumdaydı ki, görevlilerinin izni olmadan hiçbir geminin limana girmesi mümkün değildi.

                      1000 yıl kadar kullanıldığı sanılan bu gökdeleni daha sonra depremler sallamaya başlıyor. M.S. 700 yılındaki deprem, yapının fener bölümünü yıkıyor. Ardından M.S. 1100 yılında tüm Kuzey Afrika'yı yerle bir eden büyük bir deprem felaketi daha geliyor ve bu kez de fenerin sekizgen gövde bölümü sulara gömülüyor.

                      Son olarak M.S. 14. yüzyılda bakımsızlıktan temel bölümü yıkılıp gidiyor. 15. yüzyılda Mısır'da hüküm süren Memluklar, fenerin bulunduğu yere bir kale ve cami inşa ediyorlar. Dörtgen bir sütun biçimindeki minaresiyle Arap ülkelerinde görülen cami tiplerinden ayrılan bu yapı, bugün Müslüman Afrika ülkelerindeki camilere örnek oluşuyla hatırlanıyor.

                      Yorum yap

                      • #56

                        Zigguratlar

                        Ziggurat, Mezapotamya'ya özgü bir terimdir. Tanrıdağı anlamındadır. İlkçağ'da Sümerler, Keldanlılar, Babiller ve Asurlular tarafından yapılan, tabandan başlayarak tepeye doğru kat kat yükselen, giderek küçülen teraslardan oluşan, zirvesinde bir tapınak bulunan ve yanlarında bir merdiven sistemi yer alan kademeli bir kuledir. Üzeri açık ve dört köşelidirler.

                        Bu yapılar tarihi metinlerde Ziggurat, Zigura ve Ziggurak gibi çeşitli yazılışlarla görülür. Zigguratların ilk olarak Sümerlerce inşa edildiği düşünesi yaygındır. Mezopotamya halklarının en önemli faliyetleri, tapınakları Tanrı'ya ithaf etmeleridir. Sadece antropolojik değil, edebi içerikli kalıntılara dayanarak da Sümerler'den önce başlamak kaydıyla Mezapotamya düşünce tarzına aydınlık getiren tez şudur: Politik açıdan Sümerler'de şehir devleti sözkonusu idi ve her merkezin bir tanrısı olduğu gibi her tanrının da yeryüzünde kendini temsil eden bir hükümdarı vardı. Bu hükümdarın birinci görevi, Tanrı'nın evini inşa ettirmekti. Çünkü böylece Tanrı, onlardan hoşnut kalacak, bunun karşılığında da onların o bölgedeki yaşamlarını temin edecek suyu gönderecekti.

                        İşte Orta Asya'dan gelen bu kavimler, yüksek dağları tanrı makamı kabul etmişlerdi ve dağlık olmayan Mezopotamya Yöresi'ne gelince bu şekilde yüksek, yapay bir tepe meydana getirerek onu Tanrı'nın makamı ve tapınak yeri olarak nitelendirmişlerdir.

                        Yapay bir tepe görünümündeki zigguratların yapımına ilişkin inançlar tartışmalıdır. Örneğin gökyüzüyle yeri ayıran Hava Tanrısı Enlil'in büyük bir dağ olduğuna ilişkin inanışın ziggurat biçimini belirlediği öne sürülmektedir. Çok yıkık olmalarına rağmen mevcut kalıntı ve kabartmalar üzerinde çalışan bazı arkeologlar ise ova yerlilerinin dağda doğup doruklarda yaşadığına inandıkları tanrılar için bir "Tanrı Evi" inşa ederken dağa benzer bir yapıyı yeğlediklerini düşünmektedirler.

                        Alıntı olup bilgilendirme amaçlıdır.

                        Yorum yap

                        • #57

                          Bilgi ve paylaşımınız için teşekkürler.

                          Yorum yap

                          • #58

                            bilgilendirme için teşekkürler

                            Yorum yap

                            Hazırlanıyor...
                            X