• If this is your first visit, be sure to check out the FAQ by clicking the link above. You may have to register before you can post: click the register link above to proceed. To start viewing messages, select the forum that you want to visit from the selection below.

Duyuru

Gizle
No announcement yet.

Sağlık gündemindeki yeni gelişmeler

Gizle
X
 
  • Filtrele
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Sil
new posts
  • #76

    Çağımızın en yaygın hastalıkları arasında yer alan kanserin tedavi yöntemlerinden biri olan kemoterapi, hastalar üzerinde birçok yan etkiye neden olabiliyor. Amerikan Hastanesi Onkoloji Diyetisyeni Tuğçe Aytulu, hastaların bu dönemde bulantı, iştah kaybı, tat ve koku almada yaşanan kayıplar ile ishal ya da kabızlık gibi yan etkiler yaşadıklarına dikkat çekerek, diyetisyen önerileri doğrultusunda beslenme alışkanlıklarında yapılacak değişikliklerin tedavi sürecine katkı sağlayacağını ifade ediyor.

    Günümüzde kanserden korunma için beslenmede yapılabilecek değişiklikler her zaman konuşulur ve tartışılır. Ancak kanser hastalığı ile karşılaşıldığında da beslenme hastalıkla mücadele kadar önem taşır. Hastalığın tedavi sürecinde farklı yöntemler uygulanabilir. Bazen sadece cerrahi bir işlemle tümör çıkartılması yeterli olurken, bazen kemoterapi ve/veya radyoterapi gerekebilir. Bazen de hiç cerrahi yapılmadan doğrudan bu tedavilere geçilebilir.

    Bazı kanser türlerinde hekimler kemoterapi önerdiğinde beslenme alışkanlıkları da bundan etkilenebilir. Bu süreçte hekim veya hemşireler yol gösterebilir veya kemoterapiye başlandığı dönemde hekim, hastaları onkoloji konusunda uzman bir diyetisyene yönlendirebilir. Yapılan bu görüşmelerde kemoterapi sırasında beslenme ile ilgili öneriler, yan etkileri azaltmak için alınabilecek önlemler ve ilaçlarla gıdalar arasında olabilecek etkileşimler konusunda bilgiler hastalar ile paylaşılır. Bu süreçteki beslenme de kişiye ve tedaviye özel değişiklikler gösterebilir. Örneğin bazı kemoterapilerde iştah kesebileceği gibi bazılarında ise olumsuz bir etki yaratmayabilir. Bazı tedavilerde ise ağız içi yaraları oluşabilir.

    Kemoterapi sürecinde beslenmede sık karşılaşılan sorunları bulantı veya kusma, iştah kaybı, tat ve koku almada değişiklikler ile ishal veya kabızlık olarak sıralayan Amerikan Hastanesi Onkoloji Diyetisyeni Tuğçe Aytulu sorunlarla başa çıkma önerilerini paylaşıyor.



    Bulantı/Kusma

    Kemoterapi sürecinde bulantı veya kusma olabilir. Bulantıların uzun sürmesi iştahı etkileyebilir ve kilo kaybına yol açabilir. Kusmanın çok olması durumunda dehidrate (vücuttan elektrolit ve sıvı kaybetme) olunabilir. Bu da vücut minerallerinin azalmasına bağlı başka sorunlar ortaya çıkarabilir. Bulantı ve kusmaya etkili bir çözüm bulabilmek için önce nedenini bilmek gerekir. Bulantının tedavisi kişiye özeldir. Kemoterapiden kaynaklanan bulantı için, doktorun önerdiği ilaç tedavisi uygulanmalıdır. Anksiyete veya halsizlikten kaynaklanan bulantı için ise fiziksel veya mental rahatlama teknikleri uygulanabilir veya diyette bazı değişiklikler yapılabilir. Çok sulu olmayan, kızarmış ekmek, galetalar, peksimet, leblebi gibi kuru yiyecekler bulantıyı azaltabilir.

    İştah Kaybı

    İştah kaybı veya yeme konusunda isteksizlik kemoterapinin sıklıkla karşılaşılan yan etkilerinden biridir. Yemek yiyememe kilo kaybına neden olabilir ve kilo kaybı güçsüzlük ve halsizliğe neden olabilir. Bu durumda doktordan ya da diyetisyenden destek alınmalıdır. Doktor ya da diyetisyenlerin destek ürün önerileri uygulanmalıdır. Bunun dışında küçük hacimli ve yüksek kalorili gıdalar tüketmek uygun olacaktır.

    Tat ve Koku Almada Değişiklikler

    Kemoterapi sırasında tat ve koku almada değişiklikler sık karşılaştığımız yan etkilerden biridir. Bu değişiklikler iştahı etkileyebilir. Düzenli ağız bakımı yapmak ve dişlerin fırçalanması ağız sağlığının korunmasını sağlarken daha iyi tat almanızı sağlar. Tat değişikliği sebebiyle yemek yemekte zorlanma halinde yemek öncesi de yumuşak bir fırçayla dişlerin fırçalanması kolaylık sağlamaktadır. Ağız içinde yaralar olması gıda alımını zorlaştırabilir. Koku ve tatla ilgili hissedilen duygular günden güne değişebilir. Bu yüzden beslenmede daha önce denenmemiş yeni gıdalar ekleyebilir.

    İshal/Kabızlık

    Kemoterapi sırasında ishal veya kabızlık görülebilir. Her ikisi de uzun sürdüğünde istenmeyen durumlardır. İshal ,vucüttan hem sıvı hem de mineral kaybına sebep olabilir. Kontrol altına alnmayan ishal yorgunluk, iştahsızlık, halsizlik ve kilo kaybına yol açabilir. Kabızlık da karın ağrısı ve şişkinliğe sebep olabilir. Her iki durumda da beslenme durumunun değerlendirilmesi gerekebilir.

    Yorum yap

    • #77

      Günde 15 dakika tedavi alan hasta, günlük hayatına hiçbir sıkıntı yaşamadan devam edebiliyor.

      KANSERLE MÜCADELEDE TOMOTERAPİ DÖNEMİ

      Medical Park Bahçelievler Hastanesi Radyasyon Onkolojisi Uzmanı Doç. Dr. Berrin Pehlivan, Türkiye’de ve dünyada sadece sayılı merkezlerde bulunan Tomoterapi teknolojisinden heyecanla bahsediyor. Baş-boyun kanserleri derneği kurucu üyesi de olan Dr. Pehlivan, bu teknolojiyi “bilgisayarlı tomografi” temeli üzerine tasarlanmış tek radyoterapi sistemi olarak tanımlıyor.

      Geleneksel radyoterapi cihazları, geniş bir radyasyon ışınını sadece bir kaç açıdan verebilme olanağına ve teknolojisine sahip. Tomoterapi tedavi teknolojisinde ise, tedavi ışınları bütün açılardan optimize edilerek, uygun dozda ışın “nokta atış” ile kanserli hücrelerİ hedef alıyor. Sağlıklı dokular zarar görmediği için hasta, bulantı, kusma yutma güçlüğü gibi yan etkilere maruz kalmıyor.

      SAĞLIKLI DOKU KORUNUYOR

      Tomoterapi cihazında, tek bir radyasyon ışını yerine, bir ışın binlerce küçük, dar “ışıncıklara” bölünüyor. Böylelikle farklı dozlar, sağlıklı çevre dokulara mümkün olduğunca zarar vermeyecek şekilde, tümörün farklı kısımlarına ulaşıyor.

      Pehlivan, “Kemoterapi, yan etkileri olan bir tedavi. Vücuda ağızdan veya damardan verilen ilaç, tüm vücuda yayılıyor ve büyük yan etkileri var. Radyoterapi ise bölgesel bir tedavi şekli, uygulanan yerde olumlu etkisi ve yan etkisi görülüyor. Bu yeni cihazlarla ışınlar mümkün olduğunca hastalıklı bölgeye yönlendiriliyor ve çevresindeki sağlam doku korunuyor. Hasta, tedavi sonrasında, kemoterapide görülen ağır halsizlik durumunu yaşamıyor” diyor.

      GÜNDE 15 DAKİKA

      Tomoterapi, bir hasta için yaklaşık olarak, haftada 5 gün uygulanabilen ve SGK’nın karşıladığı bir tedavi uygulaması. Tomoterapide tedavi süresi tümörün türüne göre, 3 ile 8 hafta arasında değişiyor. Günde 15 dakika tedavi alan hasta, günlük hayatına hiçbir sıkıntı yaşamadan devam edebiliyor.

      360 DERECE GÖRÜNTÜLEME

      Tomoterapi cihazı ile tümörünü yerini ve kabaca büyüklüğünü görüntülemek mümkün oluyor. Hastanın etrafında 360 derece dönen tomografi cihazı bu görüntülemeyi mümkün kılarken, 3 boyutlu görüntüleme ve 3 boyutlu tedavi tek bir sistemde tamamlanabiliyor.

      KUTU 1: HANGİ KANSER TÜRLERİNDE DAHA ETKİLİ

      Baş-boyun kanserleri

      Beyin, omurilik tümörleri

      Akciğer kanseri

      Cilt kanserleri

      Gırtlak ve geniz tümörü

      Rektum kanseri

      Prostat, mesane kanserleri

      Jinekolojik ve meme kanseri

      Yorum yap

      • #78

        Tabii uykusuzluk veya az su içmek gibi hatalı alışkanlıklarımızın tetikleyici rolünü de unutmamak gerekiyor. Gerilim tipi baş ağrısı genellikle hafif veya orta şiddette tüm baş bölgesinde ağırlık, gerginlik olarak hissedilen ağrı tipini oluşturuyor. Yaşam kalitemizi olumsuz yönde etkileyen ve toplumda en sık görülen gerilim tipi baş ağrısından aslında gerek koruyucu ilaçlarla gerekse günlük yaşam alışkanlıklarında düzenlemeler yaparak korunmamız mümkün. Acıbadem Bakırköy Hastanesi Nöroloji Uzmanı Dr. Aylin Öztürk Yavuz baş ağrısından korunmak için yaşam alışkanlıklarımızda almamız gereken önlemleri anlattı.



        İstirahat edin
        İstirahat özellikle aşırı egzersiz ya da yorgunluğa bağlı baş ağrısını önlemek için gerekiyor. Kan dolaşımını düzenleyerek tüm organlara ve özellikle de beyne oksijen girişini artırarak ağrıdan koruyucu etki gösteriyor.



        2. Bol bol su için

        Su, kan dolaşımını kolaylaştırdığı ve gerekli elektrolit ile minerallerin dengesini sağladığı için baş ağrısından koruyucu etki gösteriyor. Bu nedenle her gün 2 litre su içmeyi alışkanlık haline getirin. Ayrıca yoğun alkol, kafein ve şeker alımı da baş ağrısını tetikliyor. Bunların alımını kısıtlamak kan dolaşımını rahatlatarak ağrı yapıcı maddelerin uzaklaştırılmasını kolaylaştırıyor.



        3. Stresten arının

        Günlük yaşam fonksiyonlarını zorlaştıran depresyon ve anksiyete gibi psikiyatrik bozukluklar baş ağrısını tetikleyen ve uzman hekime başvurulmasını gerektiren hastalıklar. Ancak özellikle yoğun stres altında olduğunuz dönemlerde belki günü basitçe planlayıp organize etmek ya da gün içinde kendinize ait serbest zamanı uzatmak, baş ağrısından korunmak için de işe yarayabiliyor.



        4. Soğuk /sıcak uygulaması yapın

        Sıcak veya soğuk uygulaması özellikle gerilim tipi baş ağrısında gergin kasları gevşetmek üzere uygulanabilen bir yöntem. Ilık havlu ya da bir beze sarılmış buz kalıpları alın, şakak ile boyun bölgesine yerleştirerek bir süre bu şekilde tutun. Ardından aynı işlemi 20 dakika arayla 3 kez tekrarlayın.



        5. Gevşeme terapilerinden faydalanan

        Gevşemek demek, televizyon karşısında koltuğa uzanmak değildir. Gevşeme terapileri normal koşullarda hayatımızın içinde olmayan, ancak öğrenip çaba göstererek çok yararını görebileceğimiz çeşitli tekniklerdir. Derin nefes alma, yoga, davranış terapileri ile akupunktur gibi gevşeme terapileri beyindeki serotonin düzeyini artırıyorlar. Bu sayede baş ağrısından korunmada etkili oluyorlar. Bu terapilerden size uygun olanları tercih edebilirsiniz.



        6. Uykunuz ne az, ne de fazla olsun

        Uyku vücudun kendini onarması ve yeniden yapılandırması için en önemli süreçlerden. Bu nedenle uyku eksikliği her türlü ağrı için tetikleyici oluyor. Düzenli ve aynı saatlerdeki uyku ile esas olarak beynin biyoritmimizi sağlama görevi uygun bir şekilde gerçekleşmiş oluyor. Calışmalar 1-3 gece süren 1-3 saatlik uyku azalmasının ağrıyı tetiklemeye yeteceğini bildiriyor. Uyku öncesi alışkanlıklarınız ve uyku ortamınız da uyku kalitesini belirlemede önemli rol oynuyor. Uyku düzeninizi; vücudun ihtiyacı olan bir erişkin için günde ortalama 6 saatten daha az uyumamak ve 10 saati de aşmamak şeklinde düzenleyin. Çok geç saate kalmadan aynı saatte uyuyup aynı saatte uyanmanız da ağrıdan koruyucu etki gösterecektir.



        7. Duruşunuza dikkat edin

        Düzgün bir duruş özellikle kasların gerginliğini alarak ağrıyı azaltmaya yardımcı olabiliyor. Ayakta iken omuzlarınızı geriye ve yukarıya doğru itip, karın ile kalça kaslarınızı içe çekerek bu postürü sağlayabilirsiniz. Otururken de vücudunuzun dik olmasına ve başınızı öne doğru eğmemeye özen gösterin.



        8. Masaj yaptırın

        Masaj hem stresin, hem de kas gerginliğinin azalmasında oldukça etkili bir yöntem. Baş ağrısından korunmak için özellikle boyun ve omuz bölgesi kaslarına masaj yaptırmanızda fayda var.



        9. Sigara içmeyin

        Sigara gerek kokusu, gerekse vücutta yarattığı kan dolaşımı değişiklikleri ve ağrıyı uyaran toksik kimyasal maddeler içermesi nedeniyle baş ağrısını tetikliyor. Sigara içiyorsanız bu sağlıksız alışkanlığınızdan bir an önce vazgeçin.



        10. Düzenli egzersiz yapın

        Egzersiz mutluluk hormonunun salınmasını sağlıyor, kan dolaşımını düzenliyor ve kasları gevşetiyor. Bu özellikleri sayesinde baş ağrısından koruyucu etki gösteriyor. Haftada 3 gün en az 30’ar dakika vücudunuzu yormayan yürüyüş, jogging gibi sporları yapmaya özen gösterin.



        11. Öğün atlamayın

        Alınan gıdaların türünden çok, öğün atlamak, bir başka deyişle uzamış açlık baş ağrısını tetikleyebiliyor. Bu nedenle ara öğünlerle birlikte günde 5-6 öğün beslenmeyi ihmal etmeyin.



        Ilık duş alın
        Ilık duş kasları gevşeterek baş ağrısından koruyabiliyor. Fazla sıcak ya da soğuk duş ise kan dolaşımını olumsuz yönde etkileyerek baş ağrısını artırıcı etki gösterebiliyor.

        Yorum yap

        • #79

          Kimisi özgüvenini yitiriyor ve psikolojik sorunlar yaşıyor, kimisi konuşmaktan bile çekiniyor. Birçok insan da, bu rahatsızlığın sinüs ve akciğer kaynaklı enfeksiyonlar ile şeker hastalığı, böbrek yetmezliği, karaciğer yetmezliği, metabolizma bozuklukları, bademcik iltihabı ve diş eti rahatsızlıkları gibi bir dizi yaşamsal önemdeki hastalığın habercisi olabileceğini düşünmeden hayat sürüyor. Oysa ağız kokusunu asla küçümsememek gerekiyor.



          İstanbul Aydın Üniversitesi (İAÜ) Diş Hekimliği Fakültesi Hastanesi Restoratif Diş Tedavisi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Engin Fırat Cakan, “Ağız kokusu sakız çiğneyerek örtülebilecek bir problem değil, ciddiye alınması ve tedavi ettirilmesi gereken bir tablodur. Erken teşhis ile ileride tedavisi çok daha zor hale gelen birçok hastalığın tanısında anahtar rolü oynamaktadır” dedi.



          Araştırmalara göre, her 20 kişiden 19'u hayatının bir döneminde dişeti hastalığına yakalanıyor ve her dört kişiden biri ağız kokusundan muzdarip. Ağız kokusunun ‘Fizyolojik ve Patolojik’ olmak üzere iki başlığa ayrıldığını belirten Yrd. Doç. Dr. Engin Fırat Cakan, şunları söyledi: “Ağız kokusu her açıdan ciddiyetle üzerine gidilmesi gereken bir konudur. Kişilerin ağız kokusunu saptaması kolay olmayabilir. Genellikle eş, dost ya da yakın çevreden geri bildirimler ile fark edilmektedir. Ancak en kesin ve sebebe ilişkin doğru teşhisi şüphesiz diş hekimleri koyabilir. Bu nedenle düzenli olarak 6 ayda bir diş hekimine muayene olmak, ağız kokusunun kaynağını belirlemek gerekmektedir. Halitometre adı verilen ağız kokusu ölçüm cihazı ile kötü kokunun kaynağı, kokuya yol açan faktör, bakteriler tarafından üretilen bileşikler ve bu bileşiklerin oranları çok kısa sürede ölçülebilmektedir. Hızlı bir şekilde, kolay bir ölçümle ağız kokusunun tanısı belirlenebilmektedir.



          Fizyolojik ağız kokusu tüketilen besinler ya da sindirim kanalında biriken gazlar nedeniyle ağız içerisinde hoş olmayan koku oluşumudur. Patolojik ağız kokusu ise mide bağırsak hastalıkları, solunum sistemi rahatsızlıkları, kronik rahatsızlıklar (diabet, böbrek yetmezliği, karaciğer yetmezliği) ya da metabolik bozuklukların habercisi olabilir. Yapılan araştırmalara göre ağız kokusunun yaklaşık %85 oranında sebebi ağız boşluğundan kaynaklanmaktadır. Periodontal dokularda bulunan ödem, kanama, dental plak oluşumu veya diş taşı varlığı; dil üzerine yerleşen ve diş yanak arasındaki boşluklarda biriken bakterilerin varlığı ağız kokusunun başlıca sebeplerindendir. Ek olarak ağız içinde bulunan ve hasta tarafından fark edilmeyen ara yüz çürükleri ve eski restorasyonların kontak yüzeylerindeki bozulmalar ağız kokusunun önemli sebepleri arasında yer almaktadır. Ağız boşluğu kapsamlı bir muayene ve radyografik inceleme ile detaylı olarak değerlendirilmeli; periodontal hastalıklar, çürük diş dokuları tedavi edilmeli, yüzeyi bozulmuş olan eski restorasyonlar tekrar edilmeli, dolayısıyla plak birikimine ve ağız kokusuna neden olacak ağız kaynaklı tüm faktörler elimine edilmelidir.



          Ağız kokusuna engel olmak ve mevcut ağız kokusunu ortadan kaldırmak için olmazsa olmaz çözüm diş hekiminize düzenli olarak muayene olmaktır.”

          Yorum yap

          • #80

            Uyku vücudun, özellikle beynin, kendini dinlendirmesi ve yenilemesi için hayati önemi olan bir dönemdir. Uykusunu verimli alamayan veya uyuyamayan bir kişinin günlük hayatında ve sağlık durumunda bir çok sorun ortaya çıkacaktır. Sabah yorgun kalkıp, gün içinde işinde ve evinde düşük performans ile çalışmasının yanı sıra sinirlilik, mutsuzluk, sosyal çevre ile ilişkilerde bozulmalar giderek artar. Sonuçta vücut dinlenemediği gibi stres ile ilgili mekanizmalar ve hormonal dengeler devreye girerek başta kalp-damar sistemi olmak üzere tüm sistemlerde bozulmalara yol açar. Bunun belirgin etkilerini yaygın vücut ağrıları ve zihinsel performansta azalma olarak da görebiliriz.

            Uyku Bozukluklarının Uluslararası Sınıflandırma Sistemi’nde uykusuzluk “insomnia” başlığı altında geçer. İnsomnianın tanımı uykunun başlatılmasında, sürdürülmesinde veya uygun ortam ve zaman olmasına karşın kaliteli uyumakta güçlük çekilmesidir. İnsomnianın toplumdaki sıklığı yaklaşık %10 civarında olmakla birlikte, toplumun ortalama %30-35’inde yaşamı süresince geçici de olsa i görülmektedir.

            Uykusuzluk 3 aydan daha uzun sürmüşse kronik olarak tanımlanır ve her geçen süre tedaviyi biraz daha güçleştirir. Yaşanmış kötü bir olaydan sonra başlayabileceği gibi, kendiliğinden, hatta çocukluktan itibaren de ortaya çıkabilir. Bunun yanı sıra diğer zihinsel bozukluklar ve duygu durum bozukluklarında da ikincil olarak görülebilir. Özellikle yaşlılarda ortaya çıkan uykusuzlukta zihinsel hastalıklar açısından tanı ve tedavide dikkatli olunmalıdır. Uykusuzluğa yol açan diğer tıbbi hastalıklar ise; kardiyak, mide-sindirim sistemi ve solunum sistemi bozukluklarıdır. Bunlara vücutta yaygın ağrılarla seyreden fibromiyalji/miyofasial ağrı sendromlarını ve diğer ağrılı durumları da ekleyebiliriz. Bahsedilmesi gereken diğer husus ise başka hastalıklar ile ilgili veya herhangi bir hastalıktan bağımsız olarak kişinin kullandığı ilaç ve maddelerin yine uykusuzluğa yol açabileceğidir.



            Her uykusuzluk tanımlayan kişinin tanısı insomnia olmayabilir. Çünkü uykusuzluk başka bir uyku hastalığına bağlı iken kişi bunun sadece uykusuzluk olduğunu düşünüyor olabilir. Örneğin uykuya dalmayı engelleyen bacaklarda (hatta kollarda ) ortaya çıkan ve tam tarif edilemeyen ağrılı, kramplı, karıncalanmalı bir durumda asıl tanı “Huzursuz Bacak Sendromu” olabilir. Bu durumda aldığı uyku ilaçları hastayı iyileştirmek yerine daha da kötüleştirebilir. Veya uykusunu sürdüremediğini, sık ve erken uyandığını söyleyen kişilerde uykuda ortaya çıkan periyodik bacak hareketleri uykunun bölünmesine, uyanmaya veya kalitesiz uyumaya sebep olabilir. Benzer bir durum

            uykuda solunum bozuklukları ve kabus bozuklukları için de geçerlidir. Bu hastalıkların tümü Uyku Bozukluklarının Uluslararası Sınıflandırma Sistemi’nde farklı tanılar alırlar ve tedavileri oldukça farklıdır.



            İnsomnia tedavisinde doğru tanı çok önemlidir. Doğru tanı konduktan sonra ilaç veya zihinsel-davranışçı tedaviler veya her ikisini de kullanarak hasta tedavi edilebilir. Uykusuzluk bir kader veya ihmal edilecek bir durum değildir. Bu sebeple uyku konusunda eğitimli bir nöroloji uzmanına başvurmanız uykusuzluğun hayatınızda yaptığı olumsuz etkilerden kurtulmak için atacağınız ilk adım olmalıdır. Sonrasında tanınıza göre nöroloji uzmanının yanı sıra gerekirse takip ve tedavinize göğüs hastalıkları, kulak burun boğaz uzmanları ve psikolog/ psikiyatristlerin de içinde olduğu bir ekip tarafından etkin olarak devam edilebilir. Çünkü çoğu kişinin yaptığı üzere sadece bir uyku ilacı alarak sorunu çözümlemeye çalışmak, çözüm olmadığı gibi sadece çözümü geciktirici bir hareket olacaktır.

            Yorum yap

            • #81

              Yeni Zelanda’daki Otago Üniversitesi’nde uyku uzmanı Joanne Choi başkanlığında yapılan araştırmada, uyurken ağızdan nefes almanın diş çürüğüne neden olduğu tespit edildi. Ağızdan nefes alma durumunda ağızın daha asidik olduğu ve diş minelerinin zarar gördüğü ortaya çıkarıldı. Uzmanlar, sabah ağız kuruluğu şikayeti ile uyanan kişilerin büyük ihtimalle gece uykularında ağızlarından nefes aldıklarını belirtiyor.

              Diş Hekimi Pertev Kökdemir, “Ağızdan nefes almanın diş sağlığımız açısından en büyük dezavantajı ağız kuruluğuna neden olmasıdır” diyor. Kökdemir, “Ağız kuruluğunun neden diş sağlığına olumsuz etkisi olduğunu anlayabilmemiz için öncelikle tükürük salgısının öneminden bahsetmemiz gerekir” diyerek uyarıyor.


              TÜKÜRÜK DİŞLERİN TEMİZ KALMASINI SAĞLAR
              Diş Hekimi Pertev Kökdemir, uyurken ağızdan nefes almanın diş sağlığımızı nasıl bu kadar etkileyebildiğini şu sözlerle açıklıyor: “Tükürük ağzı nemli tutar, yiyeceklerin parçalanmasına ve yutkunmaya yardımcı olur. Aynı zamanda önemli bir ağız temizleme aracıdır; dişlerin ve dilin temiz kalmasını sağlar. Ancak bu görevlerinin dışında yapıcı bir özelliği vardır. Dişlerimizin sert maddesi hidroksiapatit kristalinden oluşmaktadır. Su, kendine has özellikleri sayesinde tuz kristalleri içerisindeki iyonları çözebilmektedir. Hidroksiapatit, içerisindeki kristaller çok sıkı bağlanmış olmasına rağmen su içerisinde çözülür ve büzülürler. Eğer tükürük olmasaydı bu çözülme ve büzülme diş minelerinde çürüklere neden olacaktı. Çünkü tükürüğün içerisindeki iyonlar kristal yapıdaki boşlukları tutarak mine tabakasının aşınmasını önlerler”.


              ASİDİK YAPI DİŞ TAŞINA NEDEN OLUR
              “Bir başka olumsuz durum ise ağızdan nefes alımı sırasında ağızdaki ortamın asidik hale gelmesidir” diyen Diş Hekimi Pertev Kökdemir, “Hidroksiapatit; bazik ortamda oluşabilir, asidik ortamda ise aşınmaya uğrar. Tükürüğümüz, ph seviyesi 7’ye yakın (asidik olan) maddelere tampon görevi görerek bu aşınmayı önler. Ph seviyesinin uzun süreli bazik olması diş taşına neden olurken, asidik olması ise delikli ve zayıflamış mine tabakasına neden olur. Mine tabakasının üzerini kaplayan tükürük; kristal tabakadaki düzensizlikleri eşitler ve böylece tabakayı kaygan ve yumuşak tutar” diyor.


              Peki, ağız kuruluğu için nasıl önlemler alabiliriz? Diş Hekimi Pertev Kökdemir, bu soruyu şöyle yanıtlıyor:
              Gün içerisinde veya gece bol su tüketmek.


              Kafeinli ve alkollü içeceklerden uzak durmak.


              Şekersiz sakız çiğnemek.


              Doktorunuzun ya da eczacınızın önereceği yapay tükürük tabletlerini kullanmak.


              Günde 2 kez florlü diş macunuyla diş fırçalamayı kapsayan iyi bir ağız bakımı yapmak.


              Dişlerle fermente olabilen, karbonhidrat içeren besinleri azaltmak, riskleri azaltmaya yarayan stratejilerden bazılarıdır.

              Yorum yap

              • #82

                Her iki kişiden biri hayatında en az bir kez ciddi bel ağrısı atağı geçiriyor. Yetişkinlerde ani bir zorlanmayla başlayan bel ağrıları sıklıkla birkaç hafta içinde basit tedavilerle iyileşiyor ancak yine sıklıkla, uygun tedavi ve önleyici tedbirler alınmazsa tekrarlıyor.



                Toplumda her bel ağrısının sebebinin genellikle fıtık olduğuna dair yanlış bir inanış hâkim. Özel Bayındır Kavaklıdere Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mahmut Nafiz Akman bel ağrılarını, nedenlerini ve tedavilerini şöyle özetliyor;

                Bel ağrılarını hafife almayın, fıtık harici birçok rahatsızlık bel ağrısına sebep olabiliyor…



                Toplumda yaygın olan inanışın aksine gerçek bel fıtığı, bel ağrılarının sadece küçük bir oranını oluşturuyor. Bunların da çok az bir bölümüne cerrahi tedavi gerekiyor. Fıtık harici bel ağrısı nedenleri arasında bele ani yüklenme sonucu zorlanma, zayıf bel-karın kasları, obezite, kötü duruş (postür), belde kireçlenme, bel kayması, omurilik kanalı daralması, omurganın iltihabi romatizmaları, kemik erimesi, omurlarda çökme kırıkları, bel omurlarının tümörleri, tüberküloz/bruelloz gibi enfeksiyonlar ve başta böbrekler olmak üzere iç organlardan kaynaklanan ağrıların yansıması sayabiliriz. Tabii kipsikolojik nedenleri ve ikincil kazançları da göz ardı etmemek gerekiyor.



                Ani başlayan bel ağrıları sıklıkla ağır bir cismi kaldırma, ters bir hareket yapma, düşme,ani-şiddetli hapşırık gibi bele yüklenme sonrası görülüyor. Bel çevresi kaslar ve bağlarda ani gerilme ve mikroskopik düzeyde kopmaların olduğu bu durumda ağrı sadece bele vuruyor veya hafifçe kalçalar üzerine yayılıyor. Belden başlayıp kalçadan bacağın arkasına ve ayağa dek uzanan ağrılarda ise bel fıtığına bağlı sinir kökü baskısı olduğu düşünülmeli. Beraberinde uyuşma, kuvvet kaybı, öksürme-ıkınma ile ağrı artışı varsa bu tanıyı destekliyor. Geceleri artan ağrılar varlığında ise öncelikle kemik tümörlerinden şüphe edilmeli. Ateş, bol gece terlemesi, halsizlik, iştahsızlık, kilo kaybı gibi belirtiler daha çok Tuberküloz ve Bruselloz gibi enfeksiyonların varlığına işaret ediyor. İstirahat sonrası ve sabahları artan ağrı ve hareket zorluğu ise başta ankilozan spondilit olmak üzere omurganın iltihabi romatizmalarını akla getiriyor.



                Hareketsiz iş ve yaşam düzeni, fazla kilolar, stres ve depresyon bel ağrılarını tetikliyor!

                Mekanik (iltihabi veya tümöral kaynaklı olmayan) bel ağrısı yönünden bazı kişiler daha fazla risk taşıyor. Bu kişileri; meslek gereği ağır kaldıranlar veya hareketsiz iş ve yaşam düzeni olanlar, uzun süreli araç kullananlar, fazla kilolular, zayıf bel ve karın kasları olanlar, uygun olmayan yatakta yatanlar, gebeler, depresyon veya yoğun stres yaşayan olarak sıralayabiliriz.

                Yorum yap

                • #83

                  Seste oluşan geçici veya kalıcı bir değişim olarak adlandırılan ses kısıklığı genellikle nezle, grip veya sinüzit gibi üst solunum yolu enfeksiyonları sonrasında geliştiği için daha çok kış aylarında görülüyor. Bu nedenle de çoğu zaman “Nasıl olsa griptendir” düşüncesiyle hafife alıyor ve doktora başvurmakta gecikebiliyoruz. Oysa ses kısıklığının altında ses tellerinde polip veya nodülden reflüye kadar birçok neden yatabiliyor. “Bu yüzden sık sık tekrarlayan veya uzun süren ses kısılmalarında mutlaka bir hekime başvurmak çok önemli. Aksi halde altta yattan hastalığın tedavisi zor bir hale dönüşebiliyor” uyarısında bulunan Acıbadem Üniversitesi Atakent Hastanesi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Dr. İsmet Emrah Emre ses kısıklığına yol açan 7 nedeni anlattı.



                  1.Larenjit

                  Larenjit ses kısıklığının en sık görülen sebebini oluşturuyor ve çoğunlukla nezle, grip veya sinüzit gibi üst solunum yolu enfeksiyonları sonrasında ortaya çıkıyor. Bazen ateş ve boğaz ağrısıyla birlikte görülse de, çoğu zaman ağrısız bir ses kısıklığı olarak gelişiyor. Larenjit nedeniyle görülen ses kısıklığında temel problem enfeksiyonun ses tellerinde oluşturduğu ödem oluyor. Ancak bazen üst solunum yolu enfeksiyonunda ikincil gelişen geniz akıntıları ve boğazda gıcıklanmalara bağlı yoğun öksürük ve boğaz temizleme hareketi de ses tellerinde ödeme yol açabiliyor. Larenjit tanısı konulduktan sonra ses istirahati, üst solunum yolu enfeksiyonunun tedavisi ve bol su içilmesi hastalığı geriletiyor. Hastalık gerilemezse hekimi mutlaka bilgilendirmek gerekiyor.



                  2.Sesin yanlış kullanımı

                  Sesin yanlış kullanımına bağlı olarak gelişen ses kısıklığı genellikle öğretmen ve çağrı merkezi çalışanı gibi sesini çok kullanan bir işte çalışanlarda görülüyor. Uzun süreli veya sık tekrarlayan durumlarda bir K.B. B uzmanına başvurmak gerekiyor. Hekim hastayı sesini daha iyi kullanmayı öğrenmek üzere ses terapisi almak için yönlendirebiliyor. Ayrıca çok fazla bağırarak konuştuktan sonra (maçlarda, yüksek sesli yerlerde) veya çok uzun süre ve sesi dinlendirmeden konuşulduğunda da sesin yanlış kullanımına bağlı ses kısıklığı ortaya çıkabiliyor. Bu tarz ses kısıklıkları geçici oluyor ve bol su ile birlikte ses istirahati ses kısıklığının düzelmesine yardımcı oluyor.



                  3.Ses tellerinde polip yada nodül

                  İyi huylu ve yayılma göstermeyen kitleler olan polip ile nodüller ses tellerinde gelişiyor ve bu ses tellerin doğru kapanmasına olanak vermiyor. Ağrısız olan bu tarz kitleler bazen öksürükle birlikte kan gelmesiyle kendini gösterebiliyor. Küçük kitlelerde ses kısıklığı geçici ancak tekrarlayıcı olabiliyor. Özellikle sesin yorulduğu, üst solunum yolu enfeksiyonu geçirildiği veya yüksek sesle konuşulduğu zaman ortaya çıkan tekrarlayıcı ses kısıklıklarında polip veya nodül akla gelmeli. Daha büyük kitlelerde ise ses sürekli olarak kısık oluyor veya kalitesi bozuluyor. Her iki durumda da hemen bir K.B.B hekimine başvurmak gerekiyor. Bu gibi durumlarda hekim ses istirahati, reflü tedavisi, ses terapisi veya daha büyük kitleler için cerrahi önerebiliyor.



                  4. Reflü

                  Mide asidinin yemek borusundan yukarı doğru çıkmasına deniliyor. Genellikle reflüsü olan hastaların göğüs ve boğaz bölgesinde yanma ile acıma şeklinde şikayetleri oluyor. Böyle durumlarda asidin yukarı çıkıp ses tellerinde hasar oluşturmasına bağlı olarak ses kısıklığı gelişebiliyor. Ancak şikayeti olmayan hastalarda da reflüye bağlı ses tellerinde hasar gelişmiş olabiliyor. Ses kısıklığı sabahları genellikle daha kötü oluyor ve gün içerisinde düzelme eğilimi gösteriyor. Yağlı, baharatlı yemekler, kahve, çay ve asitli içeceklerin tüketilmesi sonrasında reflüye paralel olarak ses kısıklığında artış olabiliyor. Reflü tedavisinde mide asidi düzenleyicileri ve diyet düzenlenmesine başvuruluyor.



                  5. Sigara

                  Sigara içmek ses tellerinde birçok hasara neden olabiliyor. Sigaranın içerdiği toksinler ve yüksek ısıya bağlı ödem, ses tellerini örten dokuda kalınlaşma ve kanser, nodül ile polip gibi kitlelerin oluşumunu kolaylaştırma gibi etkileri mevcut. Sigara aynı zamanda reflüyü de arttırabildiği için ek olarak ses tellerinde reflü hasarı da gelişiyor.



                  6. Ses tellerinde felç gelişmesi

                  Ses telinde felce bağlı gelişen ses kısıklıkları nadir olarak görülüyor. Cerrahi girişim sonrası gelişebildiği gibi, darbeye bağlı olarak tiroit bezine ait kitlelerde, boyun, akciğer ve beyinde ortaya çıkan kitlelerde de gelişebiliyor. Bazı enfeksiyonlar sinir harabiyeti yaratıp, ses tellerinin hareketinden sorumlu olan sinire hasar verip, ses kısıklığına yol açabiliyor. Aynı zamanda parkinson, alzheimer, ALS gibi nörolojik hastalıklarda da ses telinde felç oluşabiliyor. Ancak ses teli felcinde çoğunlukla hiç bir sebep bulunamıyor. Bu gibi durumlarda ses telinin bir müdahale yapılmadan tekrar hareket etmesi için 12-18 ay bekleniyor. Bazı hastalarda hareketin geri geldiği görülüyor, ancak gelişme olmayanlarda nefes darlığını ortadan kaldırmak veya ses kalitesinde düzelme sağlamak için cerrahi girişim yapılabiliyor.



                  7. Kanser

                  Kanser ses kısıklığının en ciddi sebebini oluşturuyor. Ses tellerindeki kanserlerin hemen hepsi sigara içen veya yoğun ikinci derece sigara dumanına maruz kalan kişilerde görülüyor. Sigara içen bir kişide tekrarlayıcı veya sürekli hale gelmiş ses kısılması veya sesin kalitesinde değişme saptanması durumunda hemen bir K.B.B. hekimine başvurulmalı. Ek olarak kansere bağlı ses kısıklıklarında nefes darlığı, boğazda özellikle öksürük ile birlikte kan gelmesi, ağız kokusu ve yutkunma güçlüğü görülebiliyor. Kış aylarında ses kısıklığın yaygın olması, dolayısıyla sigara içen kişinin dikkate almaması nedeniyle tanıda gecikme olabileceği için kanserin büyüme veya yayılma riski olabiliyor. Bu nedenle sigara içen ve sürekli veya tekrarlayan ses kısıklığı sorunu olan hastalarının mutlaka bir hekime danışmaları gerekiyor.

                  Yorum yap

                  • #84

                    Bilim insanları, öncelikle fareler üzerinde yaptıkları deneylerde akciğerlerin görünenden çok daha fazlasını temsil ettiklerini keşfettiler.
                    Araştırmacılar, akciğerlerin memelilerde düşündüğümüzden çok daha karmaşık bir rol oynadığını keşfettiler; yeni kanıtlar, akciğerlerin solunumunu sağlamanın yanında kan üretiminde de önemli bir rol oynadıklarını ortaya koydu.

                    Farelerle ilgili deneylerde ekip, akciğerlerin saatte 10 milyondan fazla trombosit (minik kan hücresi) ürettiklerini ve hayvanların dolaşımında trombositlerin çoğuna eşit olduğunu keşfettiler. Bu, kemik iliğinin tüm kan bileşenlerini oluşturduğu varsayımını boşa çıkarıyor.

                    California Üniversitesi'nden araştırmacılar, daha önce bilinmeyen, kan kök hücrelerinden oluşan bir havuzun akciğer dokusunda oluştuğunu keşfettiler. Araştırmacılardan biri Mark R. Looney, "Bu bulgu kesinlikle akciğerlerin görünenden daha önemli olduğunu vurguluyor. Farelerde burada gözlemlediğimiz şey, akciğerin insanlarda kan oluşumunda da önemli bir rol oynayabileceğini kuvvetle işaret ediyor."açıklamasında bulundu.



                    Akciğerlerin sınırlı miktarda trombosit ürettiği bilinmesine rağmen megakaryositler denilen trombosit oluşturan hücreler, daha önce akciğerlerde tespit edilmişti. Bilim insanları, uzun süredir kan üretiminden sorumlu hücrelerin çoğunun kemik iliğinde tutulduğunu varsaydılar.

                    Burada hematopoez(kan hücrelerinin oluşumuna verilen isim) denilen işlemin, oksijen yüklü kırmızı kan hücrelerini, enfeksiyona karşı savaşan beyaz kan hücrelerini ve kanamaları durduran pıhtılaşma için gerekli olan trombositleri dağıttığı varsayılıyordu. Fakat bilim insanları, akciğer dokusunda işlev gören megakaryositlerin(trombosit üretiminden sorumlu kemik iliği hücresi) vücudun trombositlerinin çoğunu ürettiklerini izledi. Keşif, iki fotonlu canlı görüntüleme temelli yeni bir teknoloji ile mümkün oldu.

                    Süreç, yeşil flüoresan proteini (GFP) adı verilen bir maddenin(denizanasında bulunanlar gibi) fare genomuna yerleştirilmesini içerir. Fare trombositleri, gerçek zamanlı olarak vücudun etrafında dolaşırken parlak yeşil flüoresan yaymaya başladı ve araştırma takımı süreci daha önce mümkün olmayan bir şekilde inceledi.

                    Bilim insanları, akciğer dokusunda trombosit üreten megakaryositlerin şaşırtıcı derecede geniş bir popülasyonda olduğunu fark ettiler. Bir araştırma ekibi üyesi "Akciğerde yaşayan bu büyük megakaryosit popülasyonunu keşfettiğimizde bunu takip etmek zorunda olduğumuzun farkındaydık" diyor.

                    Yorum yap

                    • #85

                      En bilinen risk faktörünün safra kesesi polipleri olduğunu söyleyen Liv Hospital Genel Cerrahi Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Kürşat Serin “Safra kesesi taşları sebebi ile geçirilen tekrarlayan iltihabi ataklar da kolaylaştırıcı zemin oynayabilir. Taşların kansere sebep olduğunu ispat edecek bilimsel veriler bulunmuyor. Ancak tekrarlayan iltihabi ataklar sebebi ile hücrelerin yapıları bozuluyor ve bu durumun kansere sebep olabileceğinden kuşkulanılıyor. Ayrıca safra kesesi kanseri sebebi ile ameliyat edilen pek çok hastanın safra kesesinde büyük taşların görülmesi de bu kuşkuyu artıran önemli noktalardan” diyor. Safra kesesi ve içerisinde oluşan taşlar gerçekten ne kadar tehlikeli? Liv Hospital Genel Cerrahi Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Kürşat Serin anlattı.



                      Safra kesi taşı neden oluşur?

                      Karaciğerin alt arka kısmına yerleşen küçük bir organ olan safra kesesinin ana görevi karaciğerde üretilip salgılanan safranın depolanması ve ihtiyaç anında on iki parmak bağırsağına boşaltılmasıdır. Özellikle yağlı yemeklerden sonra fazlaca ihtiyaç olan safrayı bağırsağa boşaltır. Safra kesesi içerisinde safra depolanırken bir taraftan da içerisinde ki suyun bir miktarı emilerek yoğun hale getirilir. Safra kesesi kasılmasının yetersiz olduğu, yoğun halde çökelek oluştuğu durumlarda safra çamuru ve taşları gelişir. Nerede ise her 5 kişiden 1’inde safra kesesinde taş veya çamur gelişimi saptanır. Aslında bunlardan 5 hastadan sadece 1’i safra kesesindeki taşlardan haberdardır veya bu taşlar ağrı, hazımsızlık, şişkinlik gibi şikayetlere sebep olur. Bu hastalardan da yıllar içerisinde aslında sadece 5’te 1’inde ağır iltihabi durum gelişir.



                      Safra kesesi taşları nelere yol açabilir?

                      Safra kesesinde taş bulunan hastaların pek çoğu bunu ya kontrollerde ya da başka sebepler ile yapılan tahlillerde tesadüfen öğrenir. Safra kesesindeki taşların en sık oluşturduğu sorun ağrı veya hazımsızlık, şişkinlik ve geğirti hissidir. Safra kesesinde taş bulunanlar için en sık rastlanan risk bu taşların sebep olabileceği bir iltihabi atak geçirmektir ki bazen acil ameliyat gerekecek kadar ciddi olabilir. Yine bu taşlardan birinin safra kesesi kanalını geçerek ana safra kanalında tıkanıklık yapması halinde sarılık gelişebilir ve tedavi daha kompleks hale gelir. Safra kanalına taşların düşmesi halinde öncelikle kanaldaki taşın tedavisine odaklanmak gerekir. Çünkü sarılık sebebi ile ağır karaciğer veya pankreas iltihabı geçirme riski oluşur. Endoskopik yöntem ile öncelikle kanaldaki taş çıkarılmalıdır.



                      Pankreas iltihabı ne kadar ciddidir?

                      Pankreatit yani pankreas iltihabının ülkemizde en sık sebebi safra kesesi taşlarıdır. Aslında safra kesesinde taş bulunanların sadece yüzde 1-3’ünde pankreatit gelişir. Ancak gelişmesi halinde ciddiye alınmalıdır, çünkü her 3 pankreatit hastasından 1’i bunu yoğun bakımda tedavisi gerekecek kadar çok ağır geçirebilir ve hastayı hayati tehlikeye sokabilir.



                      Safra kesesi ameliyatları nasıl yapılır?

                      Güncel teknolojik ve tıbbi gelişmeler ile safra kesesi ameliyatları daha konforlu ve kısa sürede yapılabilmektedir. Laparoskopik veya robotik dediğimiz yöntemler ile çok küçük kesiklerden kapalı yöntem ile yapılan safra kesesi ameliyatları sadece 45 dakika sürer. Ameliyatın başarı oranı ise tecrübeli kişilerce yapıldığında yüzde 99’dan yüksektir.

                      Yorum yap

                      • #86

                        Safra kesesi ameliyatları nasıl yapılır?

                        Güncel teknolojik ve tıbbi gelişmeler ile safra kesesi ameliyatları daha konforlu ve kısa sürede yapılabilmektedir. Laparoskopik veya robotik dediğimiz yöntemler ile çok küçük kesiklerden kapalı yöntem ile yapılan safra kesesi ameliyatları sadece 45 dakika sürer. Ameliyatın başarı oranı ise tecrübeli kişilerce yapıldığında yüzde 99’dan yüksektir.



                        Safra kesesi alınanlarda ne gibi problemler ortaya çıkar?

                        Safra kesesi ameliyatları hasta bir organın tam fonksiyon göstermemesi sebebi ile ortaya çıkardığı sorunları gidermek için yapılır. Yani safra kesesinin alınması sorun çıkarmaz tam aksine hasta organın orada bulunması sorundur. Hayati bir organ olmayan safra kesesinin alınması insan hayatında herhangi bir değişikliğe sebep olmaz.



                        Safra kesesi alınanlar için özel bir diyet gerekir mi?

                        Safra kesesi hasta olduğu için çoğunlukla yağlı yiyeceklerin ve yumurtanın yasaklandığı hastalar ameliyat sonrası hasta olan safra keselerinden kurtuldukları için nekahat dönemini atlattıklarında kısıtlama olmaksızın dilediklerini yiyebilir. Burada belirleyici olan safra kesesinin yokluğundan çok hastanın beslenme ve bağırsak alışkanlıkları olacaktır. Herkeste olduğu gibi sevmediği veya yediğinde rahatsızlık verdiğini bildiği yiyeceklerden uzak durması gerekir. Öyle ki rahatsızlık hissetmedikleri sürece yumurta dahi yenebilir.



                        Safra kesesi taşları kansere sebep olur mu?

                        Safra kesesi taşlarının kansere sebep olduğunu ispat edecek bilimsel veriler bulunmuyor. Ancak tekrarlayan iltihabi ataklar sebebi ile hücrelerin yapıları bozuluyor ve bu durum kansere sebep olabiliyor. Safra kesesi taşları sebebi ile geçirilen tekrarlayan iltihabi ataklar da kolaylaştırıcı zemin oynayabilir. Ayrıca safra kesesi kanseri sebebi ile ameliyat edilen pek çok hastanın safra kesesinde büyük taşların görülmesi de bu kuşkuyu artıran önemli noktalardan.



                        Safra kesesi kanserleri neden olur?

                        Bilinen en agresif ve tedavisi zor, kanser türlerinden biri olan safra kanserleri için en iyi bilinen risk faktörü safra kesesi polipleridir. Safra kesesi içerisinde gelişmiş kabarıklıklar-et benleri olarak tarif edebileceğimiz polipler- tıpkı sindirim sistemimizin başka yerinde gelişen polipler gibi kanser öncüsü olabilir.

                        Yorum yap

                        • #87

                          Büyük oranda tütün maruziyetine bağlı ortaya çıkan KOAH (Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı), kişiye yansıması daha geç olduğu için ilk başta fark edilmiyor. Aslında öksürük, balgam gibi belirtileri olan KOAH, ancak hareket etmeyi engelleyecek kadar nefes darlığı hissedildiğinde önemseniyor. Oysa akciğerlerin en büyük hasarı ilk 5 yıl içerisinde aldığını belirten Acıbadem Taksim Hastanesi Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Öner Dikensoy, “Bu yüzden sigaraya hiç başlamamak ya da ilk başlanıldığı sıralarda bırakmak, KOAH’ın önlenmesinde çok önemli” diye konuşuyor.



                          Ülkemizde yetişkin nüfusun yüzde 15-20’sini etkileyen KOAH, kronik hastalıklar içerisinde en çok hastaneye yatış sebebi. Şu anda dünyada en sık görülen 4. ölüm sebebi olan KOAH’ın 2020 yılında 3’üncü sıraya yükselmesi bekleniyor. Öte yandan tedavi edilen ve önlenebilir bir hastalık olan KOAH’ın göz ardı edilen en önemli özelliği; henüz sigaraya başlanan ilk yıllarda akciğerlerde büyük hasarlar meydana getirmesi. Ancak kişiye yansımasının daha geç olduğunu söyleyen Prof. Dr. Öner Dikensoy, 40’lı yaşlardan sonra şikayetlerin arttığından bahsediyor. O yaşa kadar kişinin öksürük, balgam gibi belirtileri olsa da önemsemediğini belirten Prof. Dr. Öner Dikensoy, “Sigara içen kişi, uzun bir süre 40-45 yaşına kadar bir sıkıntı yaşamadığı için hiç yaşamayacağını düşünerek bırakmak istemiyor” şeklinde konuşuyor. Prof. Dr. Öner Dikensoy, KOAH’ta erken tanının önemine dikkat çekerek, “40 yaşın üzerinde sigara içen herkesin muhakkak solunum fonksiyon testi yaptırması lazım” uyarısında da bulunuyor.



                          İlk adım sigarayı bırakmak

                          KOAH’ta hastalık hangi evrede olursa olsun, tedavide ilk yapılması gereken şey sigarayı bırakmak. Çünkü yapılan bütün çalışmalar gösteriyor ki kişi hangi tedaviyi alırsa alsın, sigara içmeye devam ettikçe akciğer fonksiyonlarındaki azalma bütün hızıyla devam ediyor. Oysa KOAH geçmişi olan kişi, sigarayı bıraktığı andan itibaren akciğer fonksiyonlarındaki düşüş hızı yarı yarıya iniyor. KOAH’lı bir kişide 50-100 ml gibi bir akciğer kapasitesinin bile son derece önemli olduğunu belirten Prof. Dr. Öner Dikensoy, sigarayı bırakmanın KOAH’lı hastalarda yaşam kalitesini yükseltecek en önemli etken olduğunu söylüyor. Sigarayı bırakmanın bir diğer faydası ise; hava yolu darlığı olan KOAH’lı hastalarda sigaranın yaptığı bazı etkilere karşı... Örneğin aşırı balgam dediğimiz mukus salgılaması, sigarayı bırakan kişilerde bir süre sonra azalıyor. Azalma olduğu için akciğerdeki o mukusa bağlı tıkanıklık da böylece azalmış oluyor.



                          Düzenli grip aşısı şart

                          KOAH’lı hastaların yaşam kalitesini artırmada aşılama çok önemli. Prof. Dr. Öner Dikensoy, KOAH hastalarının, özellikle kış dönemlerinde viral enfeksiyonlar sebebiyle sık sık hastaneye yatmak zorunda kaldıklarını belirterek, “KOAH’lı hastalarda basit bir viral enfeksiyon bile tablonun ağırlaşmasına, bazen hastanın yoğun bakımlık olmasına sebep olabiliyor” diyor. KOAH hastalarını özellikle gribe karşı uyaran Prof. Dr. Öner Dikensoy, gripten korunmak için düzenli olarak aşı yaptırmanın önemli olduğunu dile getiriyor. Zamanlaması konusunda “Ekimin ilk haftasından önce yaptırılmalı. Fakat grip salgınının Nisan ayına kadar devam ettiği düşünülürse hala vakit var” diyen Prof. Dr. Öner Dikensoy, düzenli olarak her yıl yaptırılan aşının koruyucu etkisinin daha fazla olduğunun altını çiziyor.



                          Bu tedavi yaşam kalitesini artırıyor

                          Özellikle orta ve ileri derecedeki KOAH’lı hastalarda, nefes darlığından dolayı daha az hareket etme ve evde kalma isteği görülebiliyor. Bu davranışın nefes darlığı hissini ve kaslarda zayıflamayı artıracağını belirten Prof. Dr. Öner Dikensoy, bu tür hastalarda ‘pulmoner rehabilitasyon’ denen bir tedavi şekli uygulanabileceğinden bahsediyor: “Pulmoner rehabilitasyon, kişinin solunum kalitesini artırmaya yönelik bir tedavi programı. Kişiye doğru nefes alışkanlıkları kazandırılarak, daha iyi nefes alıp vermeleri amaçlanıyor. Ayrıca yürüyüş, aerobik, ağırlık kaldırma gibi egzersizlerle zayıflayan kaslar güçlendiriliyor.”

                          Pulmoner rehabilitasyonun bir diğer ayağı ise; doğru beslenme. KOAH’lı hastaların beslenmesinin düzenlenmesi gerektiğini de söyleyen Prof. Dr. Öner Dikensoy, bunun nasıl yapılabileceğini ise şöyle anlatıyor: “Günde 5-6 öğünden oluşan, 2 bin kalorilik bir beslenme planı oluşturulmalı. Kişi sık ve az beslenmeli. Alacağı kaloriyi de karbonhidrattan değil protein ve yağdan karşılamalı.”

                          Yorum yap

                          • #88

                            Ses kısıklığı sosyal yaşamı,hatta bazen profesyonel hayatı önemli derecede etkileyen ve herkesin hayatı boyunca en az bir kez yaşadığı bir problem. Kış mevsiminde genellikle üst solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle geliştiği için “griptendir” denilerek hafif alınabiliyor. Ancak “grip” gibi basit sebeplerin yanı sıra bazen yaşam kalitesini düşüren, hatta hayatı tehdit eden gırtlak kanseri gibi bazı hastalıkların ilk belirtisi de olabiliyor. Bu nedenle ses kısıklığının iki haftayı aşması durumunda mutlaka bir hekime başvurmak çok önemli. Acıbadem Taksim Hastanesi Kulak Burun ve Boğaz Uzmanı Dr. Ahmet Erdem Kılavuz, ses kısıklığının 7 nedenini anlattı, önemli önerilerde bulundu.

                            1.Üst solunum yolu enfeksiyonu

                            Üst solunum yolu, burun ve ağız girişinden soluk borusuna kadar olan geniş bir alanı kapsıyor. Bu bölgenin grip ve nezle gibi viral enfeksiyonları ya da bunların üzerine gelişen ikincil bakteriyel enfeksiyonlar, üst solunum yolunu döşeyen ve mukoza adı verilen özelleşmiş dokusunda ödem ile akıntılara sebep olabiliyor. Bu akıntılardan ses telleri dolaylı olarak etkilenebiliyor. Ayrıca bu enfeksiyonlar bazen “larenjit” adı verilen ve ses tellerinin kendisini doğrudan etkileyen bir tablo şeklinde ortaya çıkabiliyor. Bu durumların tümünde değişik şiddette ses kısıklığı gelişebiliyor. Üst solunum yolu enfeksiyonları komplike olmadığı durumlarda bir kaç gün içinde tedaviyle düzeldiğinde ses kısıklığı sorunu da ortadan kalkıyor.

                            2. Reflü

                            Reflü mide içeriğinin mide alt kapağındaki zayıflıktan dolayı yukarı yemek borusuna ve boğaza doğru çıktığı duruma deniyor. Mide içeriğindeki kuvvetli asit genellikle yemek borusuna doğru çıkıp bu bölgeyi rahatsız ediyor. Ancak bazen larengofarengeal reflü denilen durumda bu asidin daha yukarıya, gırtlak bölgesine ulaştığı da oluyor. Bu durumda asit maruziyetine alışık olmayan gırtlak ve ses telleri ciddi olarak etkilenip zarar görebiliyor. Bu da ses tellerinin yapısında bozulmalara yol açarak ses kısıklığı oluşturabiliyor. Yemek sonrası artan ses kısıklığı ve boğazda temizleme ihtiyacı geliştiğinde mutlaka Gastroenteroloji ve Kulak Burun Boğaz uzmanlarına muayene olmak gerekiyor.

                            3. Geniz akıntısı

                            Geniz akıntısı boğaza doğru inip rahatsızlık yaratabiliyor. Bu akıntıların altında yatan nedenler kronik sinüzit, sigara kullanımı veya allerjik burun iltihabı gibi durumlar ise hayat kalitesinde ciddi düşüşe sebep olabiliyor. Geniz akıntısı, boğazda takılma hissi, sürekli yutkunma ve boğaz temizleme alışkanlığına sebep olduğu gibi, bu akıntının daha aşağıya inmesi durumunda ses tellerini de etkileyip ses kısıklığına yol açabiliyor. Özellikle sabahları yoğun boğaz temizleme ihtiyacı duyulduğunda, boğazda takılma hissi ile beraber ara ara ses kısıklıkları yaşandığında, geniz akıntısının varlığı ve altta yatan sebebin tedavisi için mutlaka kulak burun boğaz uzmanına başvurmalı.

                            4. Ses tellerine ait nodül ve polipler

                            Sesin yanlış ve yoğun kullanımı ile sigara gibi sebepler ses tellerinde uzun vadede nasırlaşma (nodüller) ile lokal ödemin ilerlemesine bağlı küçük yumrular (polipler) oluşturabiliyor. Kulak Burun ve Boğaz Uzmanı Dr. Ahmet Kılavuz bu nodül ve poliplerin ses tellerinin titreşimlerini engelledikleri için ses kısıklığına neden olabildiklerini belirterek, “Bu durum özelikle sesini yoğun kullanan ses ve performans sanatçıları ile öğretmenler gibi meslek gruplarında daha sık görülüyor. Nodül ve poliplerin gerekli durumlarda cerrahi olarak tedavi edilmesinin yanı sıra, daha öncelikli olarak altta yatan yanlış ses kullanımını düzeltmek için ses terapistleri ve kulak burun boğaz uzmanları beraber çalışarak çözüm üretiyor” diyor.

                            Yorum yap

                            • #89

                              5. Yanlış ses alışkanlıkları

                              Yanlış ses alışkanlıkları ses yapısının oturduğu ergenlik dönemi de dahil olmak üzere ses tellerinin fonksiyonel hareketlerini bozabiliyor. Ses tellerinin doğru kapanmasını ve titreşimlerini engelleyebileceği gibi ciddi durumlarda ses tellerinin yapısında da değişiklik oluşturarak ses kısıklığına yol açabiliyor. Ayrıca maç gibi ortamlarda sürekli bağırmanın veya konserlerde şarkılara yüksek sesle iştirak etmenin neden olduğu ses tellerindeki travma da ses kısıklığı oluşturabiliyor. Yanlış ses kullanımının öncelikli sebep olduğu bu durumlarda doğru ses terapisi sorunun üstesinden gelmede yardımcı olabiliyor.



                              6. Ses tellerine ait hareket bozuklukları

                              Ses tellerinin hareketini sağlayan kasları, bunun için özelleşmiş sinirler çalıştırıyor. Her iki ses teli için ayrı olan bu sinirleri etkileyen çeşitli durumlar ses tellerinin hareketlerini kısıtlayıp ses kısıklığına yol açabiliyor. Bu durumlar arasında çeşitli nörolojik bozukluklar, sinirin uzandığı yol boyunca siniri etkileyen çeşitli hastalıklar ve kitleler sayılabileceği gibi, bazen bu bölgeye yapılan, özellikle tiroid ameliyatı gibi cerrahi işlemler de etken olabiliyor. Ses tellerinin sinirine ait bozukluklardan şüphelenilmesi durumunda Kulak Burun Boğaz uzmanı, Nöroloji ve Göğüs Hastalıkları uzmanlarının ortaklaşa değerlendirilmesi sonucu tanı ve tedaviye ulaşılabiliyor.



                              7. Gırtlak kanseri

                              Gırtlak bölgesinin kanserleri genellikle sigara kullanımı, eşlik eden alkol kullanımı, genetik sebepler ve bazı viral hastalıkların etkisiyle oluşuyor. Gırtlak ve ses tellerini tutan bu tümörler ses tellerinin hareket ve titreşimlerini etkiledikleri gibi gırtlağın kas, sinir ve eklem yapısını da tutması durumunda da ses kısıklığına neden olabiliyor. Kulak Burun Boğaz Uzmanı Dr. Ahmet Erdem Kılavuz gırtlak kanserinin erken dönemde de belirti vermesi sayesinde erken tanı ve tedaviye olanak sağlayabilen nadir kanserlerden olduğuna dikkat çekerek şunları söylüyor: “Dolayısıyla uzun süren ses kısıklıklarında özellikle yoğun sigara kullanımı öyküsü olan kişilerin hiç ertelemeden bir kulak burun boğaz uzmanına başvurmaları yaşamsal önem taşıyor. Erken dönemde tespit edilen gırtlak kanseri uygun tedaviyle tamamen iyileşebiliyor. Erken tanı ve tedavi ayrıca gırtlağın korunmasına ve kişinin sesini koruyabildiği tedavi çözümlerine de olanak verebiliyor. Bunların yanı sıra hastalığın erken tespiti kanserin bölgesel yayılımının ve akciğer gibi uzak organlara sıçrayabilmesinin de önüne geçiyor.”

                              Yorum yap

                              • #90

                                Diyabet sadece yetişkinlikte değil, çocukluk çağında da görülüyor. Çocuklarda görülen türü Tip 1 diyabet olan hastalığın, 2 yaş altında oldukça ender görülmesine karşın, son yıllarda yeni yeni tanı konan çocukların sıklıkla 5 yaş altında olduğunu belirten Acıbadem Kadıköy Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı ve Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediyatrik Endokrinoloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Serap Semiz, ailelere Tip 1 diyabetle başa çıkma yollarını anlattı.

                                Tip 1 diyabetin, çocuk ve ergenlik dönemi diyabet hastalarının yüzde 90’ını oluşturduğunu ve en sık 5-6 yaş ve ergenlik döneminde ortaya çıktığını ifade eden Prof. Dr. Serap Semiz, son yıllarda 5 yaşın altındaki çocuklarda da görülme sıklığının arttığını vurguluyor.

                                Genetik temelde çevresel faktörlerin tetiklediği Tip 1 diyabet, otoimmün bir hastalık. Yani bizi hastalıklardan koruyan bağışıklık sistemimiz, bazen kendi vücudumuzdaki sağlıklı hücreleri de yabancı sanarak saldırabiliyor. Pankreasın insülin üreten beta hücrelerine karşı bir atak olduğunda da, insülin eksikliğine bağlı olarak diyabet ortaya çıkıyor. Bu durumda kişiye vücudunun ihtiyacı olan insülinin dışarıdan verilmesi gerekiyor.



                                Bu belirtilerle ele veriyor

                                Diyabetle başa çıkmada belirtilerin erken fark edilmesi önem taşıyor. Aileleri bu konuda dikkatli olmaya çağıran Prof. Dr. Serap Semiz, diyabetin tanınmasında ‘çok su içme, çok idrara çıkma, idrar kaçırma’ gibi bulguların önemli olduğunu, bu bulguların fark edildiği çocuklarda diyabetin araştırılması gerektiğini belirtiyor. Bu belirtiler fark edilmediğinde daha ağır semptomlarla karşılaşılabileceği konusunda uyaran Prof. Dr. Serap Semiz, şunları söylüyor: “Tip 1 diyabet daha ileri boyutlarda ağır sıvı kaybı, kusma, kilo kaybı, karın ağrısı, nefeste aseton kokusu, sık soluma, bilinç bozukluğu, taşikardi, hipotansiyon ve şok şeklinde ortaya çıkıyor. İlk tanıda hastaların yüzde 12-60’ında ‘diyabetik ketoasidoz’ denen, vücutta metabolik dengesizliğe yol açan ve komaya kadar ilerleyebilen ağır bir klinik tablo gelişebiliyor.”



                                Belirleyici faktör, kan şekeri düzeyi

                                Diyabet tanısı, açlık ve tokluktaki kan şekeri düzeyine bakılarak ölçülüyor. Buna göre, açlık kan şekerinin 126 mg/dl, rastgele bakılan kan şekerinin veya yemekten 2 saat sonra bakılan (tokluk) kan şekerinin ise 200 mg/dl ve üzerinde olması diyabeti düşündürüyor. Bir de üç ayda bir yapılan ve kandaki glikoz yoğunluğunu tespit etmeye yarayan HbA1c testinin, yüzde 5,8 ve üzerinde çıkması diyabet şüphesini güçlendiriyor.



                                Tedavinin anahtarları

                                İnsülin tedavisi gerektiren Tip 1 diyabette uygulanacak tedavi modelinin; hasta, ailenin yaşam biçimi ve okul saatleri dikkate alınarak düzenlenmesi gerekiyor. İnsülin gereksiniminin yaş ve kiloya göre düzenlendiğini belirten Prof. Dr. Serap Semiz, en doğru dozun hipoglisemiye neden olmadan ulaşılan ve en iyi kan şekeri kontrolünü sağlayan doz olduğunu ifade ediyor.



                                Tip 1 diyabetinde insülin alımının yanı sıra beslenme şekli ve egzersiz tedavinin ayrılmaz bir parçası. Diyabet beslenmesinde önceleri sabit kalori ve sabit öğün planı uygulanırken, son yıllarda daha esnek, hastanın farklı günlerde ve öğünlerde farklı miktarda besin alımını sağlayan ‘karbonhidrat sayımı’ modeli tercih ediliyor. Prof. Dr. Serap Semiz, bu modelde karbonhidrat tipinden ziyade alınan karbonhidrat miktarının temel alındığının altını çizerek, beslenme planıyla ilgili ipuçları vermeyi sürdürüyor: “Günlük alınan kalori, çocuğun yaş, cins ve aktivite durumuna uygun olmakla birlikte büyüme ve gelişmesini sağlayacak şekilde ayarlanmalı. Diyabete bağlı komplikasyonların önlenmesinde, genel sağlıklı beslenme prensipleri uygulanmalı, düşük kolesterol ve doymuş yağ içeren, yeterli miktarda lifli gıdanın olduğu beslenme şekli uygulanmalı.”



                                Kan şekerini dengeliyor

                                Aktif yaşam biçimi ve egzersiz, herkes için olduğu kadar diyabetli çocuklar için de yararlı. İnsülin duyarlılığını ve glukoz kullanımını artıran fiziksel aktivite, kan basıncı ve lipid düzeyinde iyileşme de sağlıyor. Ayrıca sporun psikososyal açıdan, diyabetli kişinin özgüvenini artırma, fiziksel olarak zindelik sağlama gibi etkileri de bulunuyor. “Ağır egzersizin hipogliseminin yanı sıra stres hormonlarını artırarak, kan şekerini yükseltme ve ketozu uyarma dezavantajları unutulmamalı” uyarısında bulunan Prof. Dr. Serap Semiz, bu nedenle spor öncesi, spor sırasında ve sonrasında kan şekerinin takip edilmesinin de önemine değiniyor.



                                Hastalıkla ilgili eğitim verilmeli

                                Diyabetin tedavisinde, tanısı konan hasta ve ailenin diyabet temel eğitimi ve beceri eğitimi alması, hastalığın yönetilebilmesi için önemli bir adım. Eğer eğitim tanıdan kısa bir süre sonra verilirse, hasta ve ailesi henüz hastaneden taburcu olmadan önce diyabeti yönetebiliyor ve acil sorunlar ile başa çıkabilecek hale geliyor. Diyabetin takibinde hastanın günde 4-6 kez kan şekerinin takip edilmesi ve kayıtlarının tutulmasının önemine de değinen Prof. Dr. Serap Semiz, kan şekeri 250 mg/dl değerinin üstünde olduğunda, kusma ve enfeksiyon, karın ağrısı durumlarında kan veya idrarda mutlaka ‘keton ölçümü’ önerilmesi gerektiğini söylüyor. Çocuğun 3 ay ara ile yapılacak fiziki muayene ile büyüme gelişmesinin değerlendirilmesi, yılda en az 3-4 defa HbA1c ölçümü ve komplikasyonlara yönelik yıllık değerlendirmeler de diyabetin takip ve tedavisinde önem taşıyor.

                                Yorum yap

                                Hazırlanıyor...
                                X